30 Eylül 2009 Çarşamba

Meraklıyım, işi uzmanından öğrenirim

Bir gazete haberini takip ederek bir siteye ulaştım ve bayıldım. Accademic Earth adlı site akademik çevre mensupları, kendilerini geliştirmek isteyen öğrenciler ve merak ettiği konuyu uzmanından dinlemek isteyen benim gibi meraklılar için harika bir platform.

Video paylaşım sisteminin yararlı ve tamamen legal, etik ve eğitici hale dönüştürüldüğü Accademic Earth'ten yararlanmak için, bir kullanıcı adı ve parola almak yeterli. Sonrasında, çeşitli konu başlıkları ve öğreti alanları arasından bir başlık seçim alt başlıklara yönlenebiliyor ve seçtiğiniz konu ile ilgili çeşitli profesör doçente ve doktorların sınıf ve anfilerde çekilmiş ders videolarını izleyebiliyor ve ya indirerek bilgisayarınıza kaydedebiliyorsunuz.

Diyelimki, iyi ve meraklı bir okuyucusunuz ve basının araya girdiği bir bilgi alımı sizi tatmin etmiyor. Takip ettiğiniz bilimsel periyodik yayınlar ise yeterli derinlikte alan ayırmıyorlar her konuya. Bir konu üzerine akademik bir araştırma yapıyor olmanız gerekmez, gündem konularını derinlemesine anlamak veya merakınızı gidermek için dahi Accademic Earth çok faydalı. Evrim teorisyenlerinden, sosyopolitik analistlere, yapay zeka mühendislerinden, beslenme uzmanlarına, doktor ve mühendislere tüm akademisyenlerin ortaya koyduğu neredeyse tüm bilimsel gerçeklere ve teorilere bu site vasıtasıyla ulaşılabiliyor.

Gerçek analitik bilginin peşindeki tüm meraklılar için harika bir fırsat, üniversite öğrencileri hatta yerel akademisyenler için muhteşem bir kaynak..

İnsan neyle yaşar anketi

Bienalin açılışına gittiğim günden beri, tüm tanıdıklarıma Sizce insan neyle yaşar? diye soruyorum. Twitter da zeki cevaplar istediğime dair bir post yayınladım ve alabildiğim yegane cevabı not aldım.

İnançla - yaş 28 meslek: görsel sanat yönetmenliği
İnsanla - yaş 30 meslek: serbest ticaret
Birkaç hurma, bir hırka ve suyla - yaş 38 meslek: kurumsal iletişim
Bağlılıkla - yaş 28 meslek: moda
Suyla - yaş 29 meslek: küratör
Şarapla - yaş 28 meslek: serbest
Sanatla - yaş 29 meslek: küratör
Aşkla - yaş 20 öğrenci

Fikrim değişmedi, insan merakla yaşar olgunluğunu, kuracağı aileyi, seçeceği mesleği, çocuklarını, geleceğini merak ettiği için hayatta kalır... Umudu da var sa iyi yaşar.

14 Eylül 2009 Pazartesi

11. Uluslar arası İstanbul Bienali

11 Eylül Cuma akşamı Bienalin açılış kokteyline sanat camiası müdavim ve sanatkar pek sevgili dostlarımla katıldım. Can alıcı başlık 'İnsan neyle yaşar' Brecht'in 80 yıl önce yazdığı 'Üç kuruşluk opera'sının ikinci perdesinin kapanış şarkısından alınmış küratörlüğü WHW (What, how &for Whom' adlı kar amacı gütmeyen Hırvat küratörler kollektifi yapmış. Bir performans ve içki servisi ile açılan Antrepo'da yağmurdan korkan istanbullular azınlıkta, daha uçaktan yeni inmiş de gelmiş imajı veren yabancı sanatseverler ise çoğunluktaydı. Genelde içki ve sohpet hali ile 11inci bienali açan davetliler arasında çeşitli üniversitelerin profesör ve öğrencileri, ressam, mimar ve küratörler ve tabii birazda sırf piyasa yapmaya geldiği yüz metreden anlaşılan, topuklarının üstünde duramayan genç kızlarımız vardı. 

Uzunca bir kokteyl havasından ve karşılaşılan tanıdıklardan sonra kapanmasına çok az kalmıştı ki sergiyi gezdim. Video, resim, grafik ve çeşitli plastik sanatı bir araya getiren Antrepo'da sanatın en çok da politikadan etkilendiğine bir kez daha tanık oldum. Başlık seçilen bu en temel soru sanatçıları politik vizyonlara oldukça fazla yönlendirmişti. 
Girdiğim ilk odada seyrettiğim 'nefes' adlı video terorist göndermeli bir kostüme bürünmüş oldukça esmer ve çirkin bir genç adamın arkaya arkaya nefes alıp verişini bir dağa tırmanırken, inerken, maskeliyken ve koşmaktan yorulup, durup maskesini çıkardığında görüntülemekteydi. Sanat nerede idi anlayamadım....
Bir başka odada, sayılar vardı... küçük, kare, eskitilmiş kağıtlar üzerine yazılmış binlerce rakam, yaklaşık 50 sayfa kadar rakam. Hani pek klişe korku filmlerinde birinin başından birşey geçer ve bir huşu halinde arka arkaya rakamlar yazar ve rakamlar da önemli, belkide mistik, birşeylerin koordinatları, büyük felaketlerin tarihleri, ve ya ne bilim aile fertlerinin ölüm tarihleri falan çıkar ya, aynen o türden sayfalarca rakam. Sanat nerede idi yine anlayamadım...

Bir başka odacıkta, Amerikan Sanatı Müzesinden gelen eserler vardı. Sağ duvardaki resimler çeşitli eski zaman karakterlerini bir kokteyl ve ya partide gösteriyor andırıyor ve çok hoş gözüküyorlardı. Solumdaki ayaklı vitrinlere bakınca fi tarihinde yapılan bir müze açılışın siyah-beyaz fotoğraflarının kolajlandığını ve duvardaki resimlerin de tüm bu kolajın çizgisi olduğunu gördüm. Belki de müzenin bilmem kaçıncı kuruluş yılına istinaden eski bir açılışa gönderme yapmışlardı ama yaratıcılık nerede idi anlayamadım...

Devam ettiğimde sol tarafta Etcetera grubu tarafından yapılmış bir bar-tiyatro canlandırması vardı. Kırmızı örtülü birkaç masa, şarap şişeleri, fincanlar piyano, duvarda resimler. neredeyse tüm objeler konuşma balaonlarıyla canlandırılmıştı ama söylediklerinden aklımda pek de birşey kalmadı. Dubarlarda poster, gazete canlandırması, afiş ve manifesto örneklerinin hepsinin başlığı 'We are all errorist'ti. Etcetera grubunun 2004 yılında yazmış olduğu Errorist manifestoya gönderme yapıyordu. Bir akım olarak doğruydu, manifesto insanoğlunun 'hatalılığına' haklı bir gönderme yapılıyordu ve hatalılık gerçekten de tüm insanoğulları arasındaki en belirgin ortak özellikti. Nitekim grup performans gösterileriyle manifestosunu destekliyor ve yayıyormuş, izlemek görmek lazım. Burada sanat vardı, vardı ama konuşan fincanlar aktif politika yapıyordu.

Antrepo'nun sol derinliklerine doğru bir duvar dolusu poster ile karşılaştım. Lübnan iç savaşından siyasi afişlerin sergilendiği duvarı tam incelemeye başlamıştım ki, bir görevli kapanmakta olduğunu söyledi ve hevesim yarım kaldı. Hatırladığım, altıya bölünmüş ve her karesi başka bir renk ile vurgulanmış ve genelde Marlyn Monroe suratları olan bilindik bir afişte her kareye yerleştirilen farklı bir siyasi liderdi, Che turuncuydu mesela. Görsel olarak hoş gözüken genelde komunist eğilimli çalışmalardı, çok yaratıcı olmasalarda incelemeyi istemiştim.

Görevlinin uyarısından sonra çıkışa doğru devam ettiğim duvarda Bureau d'Etudes tarafından hazırlanmış 'Administration of Terrorism' adlı grafik analiz vardı. Çeşitli renklere boyanmış bir dünya haritası ve her yerden büyüyerek çıkarak bir derin devlet teşkilatının, bir terör örgütünün, istihbarat sistemlerinin ve çeşitli karanlık bağlantıların yazıldığı açıklama notları. Hepsini okumaya vakit bulamadım ama sanat değil politikaydı düşünsel-fikirsel bir çalışmaydı yapılan. 

Sanatla uğraşmasam da ve çok fanatik bir sanat takipçisi olmasam da vakit buldukça tüm sergilere giderim ve eserlerin karşısında durup hayal kurmak, sanatçının vermek istediği mesaj hakkında tahminlerde bulunmak en sevdiğim sanatsal aktivitedir. Nedense bir tabak içerisinde apaçık sunulmuş fikirler, mesajlar fazla etkilemez beni. Bienalde ise benim için sorun hayal kuramamaktı. 11. İstanbul bienali düz, açık seçik, korkusuzca, çoklukla sosyal-komunist eğilimli bir politika yapıyordu. 

Yüzyıllarca bir sanat ve yetenek olarak adlandırılan politikanın bir bilim olduğu Machiavelli tarafından kanıtlanmış, içerisindeki tek hayalinde kutsal ideolojik amaç olduğu belirlenmiş ona giden yollar ise mübah kabul edilmişti.  Gelmiş geçmiş tüm zamanlarda, tüm sanatçılar politika yapmışlar, ideolojilerini eserlerine yansıtmışlar, sanat gereği özgürlükçü, otorite ve dikta karşıtı olmuşlardı ama, politika yapmak için sanatın her türü hiç mübah olmamıştı. Siyasi bir makaleye, bir inceleme yazısına güzel bir çerçeve takıp duvara asıp seyrettirmemişti sanatçılar. Bir şey yaratmış, gözlemcinin hayal kurmasına yer bırakmış meyil vermiş, kendi mesajlarını da keşfedilmeye bırakmışlardı.

Tabii ki bu bienale tekrar gidilecek, elimde rehber tüm mekanlar tek tek gezilecek, sanatçıların yaşam, öykü ve ideolojileri okunacak ama ilk bakışta ben bu çeşit sanatı fazla beğenemedim.


Açılış sonrası oldukça çok düşündüm insanın neyle yaşadığını. Merak ve hayalle yaşadığımıza karar verdim. 50 yaşımızda nerede, nasıl ve ne yapıyor olacağımızı merak etmesek, iyi olacağımızı hayal etmesek yaşarmıydık?...  Hayal edebilen tek hayvan olan insan, bilmediklerini merak ederek, görmediklerini hayal ederek yaşar, umudu da varsa iyi yaşar.

'Immagine mente' Giovanni Sartori - Homo Videns

11 Eylül 2009 Cuma

KötüSel Bir Yaklaşım

İstanbul'a 205kg düşen yağmur ve sel felaketi sonrası gündem; sel-dere yatağı-tır parkı-baraj kapakları-yanlış imar-yağma-bu kimin suçu-500 yılda bir olacak bir vuku-üst kata çıkın-derenin intikamı etrafında dolanıp gidiyor... Her zamanki spekülatif, sansasyon ve polemik aşığı türkiye medyası özelliklerinden tevazu etmiyor ve geyik yapmaya devam ediyor. 
İlahiyatçı yönetici kadromuz yaşanan felaketi insan ve doğa üstü bir olgu, öngörülüp önüne geçilemeyecek bir afet, bir takdir-i ilahiye konusu haline getirip sorumluluğu Allah'a suçu ise millete atıyor. 'Dere yatağına ev yapmışlar diyor' sanki Türkiye Cumhuriyetinde herkes her istediği yere istediği zaman ve ölçülerde bir ev kondurabiliyormuş gibi. 'Dere yatağını ıslah etmek istedik halk izin vermedi' diyor, sanki kendileri her yaptıklarında halkın izin ve tasdiğini alırlarmış gibi. 'Kooperatif ve mütahitler imar yasağına tepki veriyorlar' diyor, imar müdür ve yetkililerim mütahitlerin cebinden yemiyormuş gibi... 
Bu ülkede, masa altına dökecek para olduğu takdirde, heryerin imarı çıkartılır, kamulaştırılmış alan alınır yapılır satılır, dere yatağına, doldurulmuş deniz kenarına, deprem bölgesine, bataklığa, tarihi eser üzerine binalar yapılır. Herşey her zaman rantsal bir çözüme ulaşır. Şimdi belediye başkanı 'acımasız olacağız diyor' Sanki sel sadece garibanın gece kondularını basıp götürmüş gibi. Silivri'nin binlerce dolarlık deniz kenarı villaları, ikitellinin fabrikaları garibanın gece kondusuymuş gibi. E-6 karayolunu biri bir gecede kendi kendine kondurmuş gibi.  
Durum böyle değil. E-6 yı yapan yerel yönetimlerle anlaşmış firmalardı, drenaj doğru olmayıp su bastı ise, insan yaptığının arkasında durur. Silivrideki yazlıkları yapanlar imar müdürlerinin masalarına mutlaka uğramışlardı, yalnızca bireysel ranta odaklı insanda zaten vicdan yoktur. Tır parkına geçici de olsa ruhsat veren yerel bir devlet otoritesiydi, 'bize birşey olmaz'cılığın sonu işte budur. İnsan paçayı kurtarmak için arkasına Allahı karşısına milleti alamaz.
Medyanın  durumu ise saf provokasyon, sokakta bir kavga çıksa herkes cama çıkar bakar ya, basın da kitlenin bu olduğundan emin, 'ooo yaşadık, olay var!' uslubunda bir habercilik hizmeti. Ntv'yi ayrı tutacak olursak, magazin tadında, ölümlerin fonuna konan dramatik operalarla süslenmiş bir felaket haberciliği. Vatandaş yağma yapıyor diye 70 yılların dramatik türk filmi sesiyle 'nerede insanlık!!, vatandaşımız sel felaketinden bile fırsat çıkarıyor yağma yapıyor sayın seyirciler' diye çığıran haber spikerleri. Sanki vatandaş orada o anda kapıları kırıyor, evlere giriyor, fabrikaları soyuyor... Sanki sokağa dökülen tencere tava denize ulaşmasa toplamak için görevlendirilenler yağmalamayacak da, masum fabrikatöre teslim edecek...
   
'İnsan ağaca benzer, ne kadar yükseğe ve ışığa çıkmak isterse o kadar kök salar yere, aşağılara, karanlıklara, derinliğe, kötülüğe.' F. Nietzche

9 Eylül 2009 Çarşamba

yine Paul Auster



Floransa'da ki öğrencilik yıllarımda İstanbul'a döndüğüm yılbaşı ve yaz tatillerinde, özgürlüğümün tadını çıkarmak için bol bol gezer, vaktimin çoğunu arkadaşlarımla geçirirdim. En çok hoşuma giden uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla buluşmak, hikayelerini dinlemek, hikayelerimi anlatmak ve eski günleri konuşup gülmekti. Liseden sınıf arkadaşım ve iyi bir okur olan K ile ise sohpetlerimizde mutlaka okuduğumuz kitaplar geçer mutlaka birbirimize okuma tavsiyelerinde bulunurduk. Bir yaz tatilinin sonlarına doğru K ile buluştuğumda laf her zamanki gibi dönüp dolaşıp, gündemi tarayıp, ülkenin nabzını yoklayıp dünyayı kurtarıp edebiyata, kitaplara ve roman karakterlerine geldi. K son zamanlarda sıklıkla okuduğu ve çok beğendiği Paul Auster romanlarını, sevdiği şeyleri anlatırken hep olduğu gibi, gözlerini parlatan, sevindiren ve etrafa yayılan bir coşku ile anlatıyordu. Ben ise yakın zamanda bir kitapçıda ilgimi çeken Yanılsamalar Kitabını bir süre inceleyerek rafa bırakmış, okumamıştım.  Çağımızda çok az insanın yaptığı gibi oturup saatlerce kitaplardan hatta tek bir kitaptan heyecanla konuşabilen, tartışabilen, roman karakterlerini anlatabilen, hayal gücüne olan hayranlığımızı sık sık dile getiren iki arkadaş olan K ile ben o gün uzunca bir süre Auster den bahsettik.

K'dan ayrılırken, edebi zevkini beğendiğim arkadaşımın böylesine heyecanla anlattığı bir yazarın birkaç kitabını hemen almaya karar verdim ama tatilde olmanın verdiği heyecanla araya birşeyler girdi, Firenze'ye dönüş zamanı geldi kitap alımı havaalanına bırakıldı, uçağa geç kalındı ve kitap alınamadan Firenze'ye yola çıkıldı. Aklımdan bir süre çıkan Auster, bir akşam geç vakit geçtiğim Repubblica meydanında bulunan ve haftada en az birkaç saatimi geçirdiğim Edison kitabevinin vitrininden bana göz kırptı ve bana kendini hatırlattı. Kısmet bu ya, günler yine derslerin ağırlığı, yalnız yaşamın koşuşturmacası ve biraz da eğlence ile geçip gitti. Birkaç hafta sonra İstanbul'dan beni ziyarete gelen bir arkadaşım güzel bir akşamın sonunda eve döndüğümüzde valizinden Cam Kent'i çıkardığında muzipçe gülümsedim, adını duyalı ve bir kitabını alamayalı aylar olmuştu ama, benim utukanlığıma karşılık o bana gelmişti, evime odama girmişti ve nihayet okunacaktı...

Giderken kitabı bana bırakan arkadaşımın valizinde üşenmeyip taa İtalya'ya gelen Cam Kent'i bir günde bitirdim ama Auster'in büyüsüne bir kere kapıldıktan sonra duramazdım, NewYork Üçlemesinin diğer iki kitabını hemen okumalıydım. Hemen ertesi gün bu sefer açık olduğu bir saatte Edison'a gidip üçlemenin tamamını aldım. Bir hafta sonra bitirdiğimde tek kelimeyle hayrandım. Yaratıcılığa, kurguya, karakterlere hayran kalmış, kıskanmış, hatta ve hatta imrendim, öylesi özgün bir kurgu kurasım, öylesi güzel bir kitap yazasım geldi.

İlerleyen yıllarda neredeyse tüm Auster kitaplarını okudum. Son kitabı Karanlıktaki Adam çıkmadan sipariş ettim, tükçe yayınının ilk okuyanlarından biri oldum ve ilk defa bu kadar öne çıkardığı politik kimliğiyle Auster'ı bir kez daha çok sevdim.

Geçtiğimiz haftalarda Auster bana kendini bir seyahat sırasında hatırlattı ve yine karşıma çıktı. Bu sefer güneye babamın evine kalmaya gitmiştim ve babamın kitaplığında Auster'in özyaşam öyküsü olan ve çok daha önce okumuş olmam gereken 'Cebi Delik' ile karşılaştım. Rafta onu gördüğüm anda yanımda getirdiğim kitap ve dergiler hemen bir kenara kaldırıldı ve 3 günlük tatilim Auster'in yaşam öyküsüne karıştı. Okudukça hayal ettim, hayal ettikçe hayran kaldım. Bir yaşam öyküsünün ötesinde bir yazar öyküsüydü okuduğum, ödün vermeden, usanmadan, sisteme kanmadan, törpülenmeden yazmış, yazar olmak istemiş, bunun için savaş vermiş ve en sonunda ve uzun zaman sonra bu şaheserleri yazmış adamın kendisiyle tanıştım... sonsuz saygı duydum. 

'Writing is no longer an act of free will for me, it's a matter of survival' Paul Auster