29 Ekim 2009 Perşembe

Kendini icra etmek üzerine I



    Canlıların çoğu gibi insan toplum içinde, toplu halde yaşar. Karıncaların, arıların, kelebeklerin, timsahların, maymunların, dağ keçilerinin olduğu gibi insanında bir sürüsü, kabilesi, toplumu var.

      Evrimi sırasında insan yalnız kalamayacağını, etrafında hemcinsleri olmadan yaşayamayacağını anladığı anda toplanmaya, örgütlenmeye başladı. Ailesini örgütledi, reisi belirledi, komşuları örgütledi, takas etti, aldı verdi, kavga etti, ayak uyduramayanı aforoz etti.  Haberleşti, ateş yaktı, dumanıyla övündü, konuştu, yazdı, okudu. Nereden nereye geldi insan... Geliştikçe, toplumu büyüttükçe daha çok kurala, kanuna, yasaya, uyuma muhtaç oldu. Muhtaçlığı, bağımlılığı hep arttı, kendinden öte oldu...

   Kurtlardan korunmak için değil birlikte yaşayabilmek için etrafına bekçiler, polisler, güvenlik görevlileri tutar oldu. Hemcinsleriyle anlaşabilmek için sınırlar çizdi, korunup gözetilsin diye, üstünden bir göz, bir kulak eksik olmasın diye krallara, padişahlara boyun eğdi, hükümetler seçti... kendini kendi soktu boyunduruğun altına...

     Günden güne çoğalan toplumunda bireyleşen, bencilleştiğini sanan insan, çağa ayak uydurmaya çalışayım derken ne istediğini, hayatın ne anlama geldiğini, ne yapması gerektiğini karıştırdı. Ve yalnız kaldı. Sevilmek için çocuklar doğurdu, ailesini, evini, yaşamını büyüttü, büyüklükler içinde küçücük oldu. Toplumsallık, diğerlerini düşünmek, kollektiflik akımları geliştirdi, bireyliğini unuttuğunu farkedince bencilliğine sığındı... Umursamazlıktan sıkılınca aktivist sosyal olayım dedi, bahanelerini eleyemedi... Çıkamadı işinin içinden, kendisini unuttu. Etkilendi diğerlerinden, 'o'nun varsa, benim de olsun dedi' çalıştı, kazanmaya çalıştı, kazandıklarının bedelini kendisiyle ödedi.

    Sonunda bensiz kaldı insan... Kişisel farkındalık hissine sahip tek canlı insan, kendini diğerlerinin arasında kaybetti. Ben buyum, bunu istiyorum, hayata benim penceremden bakıyorum, bu beden benim tek gerçek varlığım demeyi unuttu. Hep onsuzluğu, yokluğu, aşksızlığı, mutluluksuzluğu, parasızlığı, ailesizliği, demokrasisizliği, eksik kaldığı diğer şeyleri düşünen insan, kendinsiz kaldığını fark edemedi... Kendisi için yaptığını sandığı herşeyi aslında içinde yaşadığı toplum için ve yüzünden yaptığını, tüm kavgasının aslında yer edinmek, yerini korumak, düzen içinde yaşayabilmek olduğunu fark edemedi. Kavgasıyla övünen ve kendinsiz kalan insan, aslında hiçbir şeysiz kaldı...

      Dine ve sanata sarıldı insan, yine kendi için yaptığını, ibadetinin de sanatının da kendinin dışa vurumu olduğunu sanarak... Sonunda yine, dini başkalarından öğrendi, sanatı ise zanaata çevirdi. Bulamadı kendini ne toplumda ne sanatta, ne dinde, ne felsefede ne de varlıkta. Doyumsuz, mutsuz, istikrarsız oldu. Bedeninin değerini bilemedi hasta oldu, erken yaşlanır oldu yine mutsuz oldu.  Hayatın aldığı nefes olduğunu unuttu insan..  Kendini rahat bırakamadı neyse o olsun, sadece insan olsun hayatının gerçek anlamı kendini icra etmek olsun...

         Sonunda insanlık, insansız kaldı...


26 Ekim 2009 Pazartesi

Teknoloji Dediğin 1 milyon dişli canavar!



  Küresel kriz sebebiyle tüm ekonomiler, tüm pazarlar bir durgunluk, atalet, dinamizmden yoksunluk içerisindeyken, teknoloji ve yaratıcılık pazarı durmuyor, duraksamıyor. Büyük finans şirketlerinin iflas bayrağını çektiğine şahit olduğumuz günlerde internet devleri ve endüstriyel yaratıcılık harikaları karlarına kar katıyorlar.


  Şu devirde, şu şartlarda tüketimi azaltmamız gerekliliği tartışılmaz, tüm dünya nüfusunun da bu konuda çabalamaya başladığını görebiliyoruz. Daha az alıverişe çıkıyoruz, son modanın yerine vintageı koyuyoruz, hafta iki kere dışarıda yemek yiyorsak bire indiriyoruz, arabamızı eskimeden değiştirmiyoruz. Ama kişisel küçük teknolojik aletlerle başedemiyoruz. Kameralı, ajandalı, internetli,, videofonlu,  televizyonlu, 3Gli derken yeni nesil cep telefonları mesela hergün her yanımızı sarmaya devam ediyorlar. Sarmakla kalmıyor, yeni cep telefonunu alıp tüm yeteneklerinden faydalandıktan sonra 2 katı hızlı 5 katı güzel, 10 katı yetenekli yeni bir modelini delice istiyor hale gelmemiz 1 seneden az sürüyor. Birincil tüketim malzemeleri dahi krize girerken, iphone, blackberry, google, yahoo ve bilumum 3g operatörleri girmiyor, üstelik de karlarındaki yüzdesel artışla gururlanıyorlar. 


   Taraf tutmak, teknolojiye karşı çıkmak ise neredeyse imkansız. Normal, alışılmış, tarafları olan bir kavga değil bu. Üniversitedeyken hayat değiştiren cinsten bir sosyoloji dersim vardı. Konusu, evrim ile devrimdi ve ders kitabı şu cümle ile başlıyordu; 'Hiçbir devrim teknoloji kadar insan sarf etmedi'.  Fransız ihtilali, işçi devrimi, burjuvazi devrimi ve bilumum diğer devrimler ve evrimler... düşününce hepsi kanlı, sancılı oldu ama tek bir seri üretim zincirinin yaptığı gibi bir on-off düğmesi ile yüzbinleri işsiz bırakmadı. Yine de ve nitekim teknolojiye karşı olmak mümkün mü? Bir kere alıştıktan sonra otomobilsiz, internetsiz, laptopsuz, portakal sıkacaksız, fön makinesiz yaşayabilir miyiz? Öyle bir noktaya geldik ki, geri dönemeyiz artık... İnsan makineyi yarattı ve kendine karşı gelen bu insan-yarattığının bağımlısı oldu, gün gelecek kölesi de olacak.


   Makinenin dünyayı ele geçirmesi, insan-syborg savaşları üzerine binlerce kitap yazıldı, yüzlerce film çekildi, bir sürü komplo teorisi yaratıldı. Makinenin gelişimine ve geleceğine inanıyorum, hep de inandım. Blackberry'min bir autobota dönüşüp benimle konuşmasını, günlük ajandamı tutmasını, sabah kahvemi yatağıma getirmesini, unuttuklarımı hatırlatmasını, hatta bana kitap okumasını çok isterim. En yakın arkadaşım olabilir ve onu daha da çok sevebilirim. 


    Teknolojinin hayatımı ele geçirmesinden rahatsızlık duymuyor muyum?  Duymazmıyım, haftasonu bilgisayarı açmamak için kendimle tartışıyorum, hep küçük beyaz macbook'um galip geliyor. Google translator ile rekabet beni şahsen etkilemeye başladı bile, çevirip faturasını keseceğim birkaç paragrafı benim yerime google çeviriyor artık. Ama karşı koyamıyorum, karşı duramıyorum. İnsan, insanla kavga ederken, insana en büyük kötülükler yine insanlardan gelirken benim güzel beyaz makinem gerçekten de benim hayatım. Duymaya başladığım rahatsızlığa, insana insan gerek felsefemi sevmeye, korumaya çalışmama rağmen teknolojiye asla karşı koyamayacağımı, vahşi kapitalist ekonomiye ve aşırı tüketime karşı olmama da rağmen makineye karşı bir harekette asla militan olamayacağımı hissedebiliyorum.


    Birgün belki de makinenin bazı duyular, insana yakın formlar, dokular katılarak insanlaşması gerçekleşecek. Yapay zeka evimizde kahvemizi yapar, yataklarımızı düzeltir olacak. Organik yapısını hastalıklara kaptıran insanda eklenek mekanik, kalp pilleri, protezler, işitme cihazları ile makineleşmeye devam edecek. Ve günün birinde tüm diğer türlerden daha yakın olacak makine insana. Hukukçular 2000li yılların başında, komutları yaratılışlarında yüklü işlemci bilgisayarların hukuksal kimlik kazanmaları olasılığını tartışmaya başlamışlardı bile. Kölenin eşyalıktan birayliğe yükselmesi ve kimlik kazanması gibi, makinede belki birgün kimlik kazanacak, sorumlu olacak.  Konu çok hassas tabii, fazla düşününce sonu terminatöre, decepticonlara, matrixe, ghost from the shell'e, simulacrum simulacra ya savaşa kavgaya gidiyor. Ben ise komplo teorilerine inanmadan, bu türler ötesi birleşim/gelişimin olumlu, barışçıl ve maximum fayda adına olacağına inanmak istiyorum. Böyle bir teknolojik gelişimi sonuna kadar destekliyorum. Üretimin çoğalması ile teknolojik ürünlerin ucuzlaması da cabası. İlk cep telefonumun mal olduğu servet ile bugün en iyi bilgisayar alınabiliyor.


   Makine mühendisi, endüstriyel tasarımcı ya da herhangi bir çeşit mühendis olamamış olsamda teknolojiden bazı isteklerim var. Hatta naçizane fikrimle zekice olduklarına inandığım faydalı makineler;


1. Yetenek Keşfetme Makinesi: 


EKG, Dopler, Röntgen ve ya heryere yapışan dijital alıcılarla vücudumuza bağlanıp, genlerimizde ve hormonlarımızda hangi yeteneklerin baskın olduğunu ölçen bir makine hayal ediyorum. 7 yaşında yapılan ve hayati üniversite seçimini yapacağı yaşta tekrar edilen bir yetenek check-up ı çok iyi olmazmıydı? Böylelikle her çocuk yetenekli olduğu alana yönelebilir, motive olur belki de çok başarılı olurdu. Ama o çocukluğumuzda, ne zaman bitecek diye sabırsızlanarak baştan sağma yaptığımız yetenek testleri gibi değil.. dijital bir bağlantıyla gerçek yeteğimizi keşfeden bir makine... Mesela o alana yönelseydim dünyanın en iyi 100 metre koşucusu ve jokeyi ve ya atom bilimcisi olamayacağımı nerden bilebilirim. Hiç denemedim ki?....


2. Ağrı Ölçer:


Çocukların, hayvanların, yaşlıların ve ya herhangi bir nedenle ağrısını anlayamayan , dile getiremeyen canlıların tam olarak nerelerinin ağrıdığını belirleyip sabit bir ölçü skalası birimi ile ölçen bir makine olsa... Sorupta cevap alamadığımız küçüklerin, yaşlıların ve ya pek sevgili hayvanlarımızın dertlerine daha kolay deva olmazmıyız? Ve ya bel ile kalça arasındaki bir ağrıda böbrekmi ağrıyor omur ilikmi, 10 üzerinden kaç ağrıyor bir makine söylese, insan değişkenliğine kalmasa sağlığımız da gerçek bir ölçüsü olsa....


3. Elektrik üretip depolayabilen yürüyüş bantı:


Her insan hergün 2 saat, akü, pil, jeneratör gibi bir enerji depolama ve elektriğe dönüştürme yeteneklerine sahip bir bantının üzerinde yürüyüş yapsa.  Elektirk enerjisine dönüşen enerjiyi depolasa ve günlük küçük elektrikli aletlerinin kullanımına harcayabilse... Yani laptopunu, cep telefonunu, fön ve kahve makinasını  hergün sabit bir şekilde kullandığı elektriği kendi üretebilse, hem tüketen enerji kaynaklarına hem de çağımızın en tehlikeli hastalığı haline gelen obeziteye çözüm olmazmıydı? Düşünün ki, her sabah yürüş bandıma çıkıyorum, çoğaltıcılı bir şarj ünitesiyle, laptopu, fön makinasını, kahve makinasını, cep telefonumu ve diğer küçük elektronik aletlerimi bağlıyorum, 2 saatlik sporumun sonunda hem formumu koruyorum hem 12 saat kendime yetecek eletriği üretiyorum. Harika olmaz mıydı?


Post Scriptum: genelde tüm insanlar fikirlerinin çalınmasından korkar ya, ben şuan biri bunları çalsa da yapsa da ben de sevinsem diyorum...





22 Ekim 2009 Perşembe

Lidersizlik

     Herşey başbakanın kürt açılımı adını taktığı ve ilk zamanlarda içeriğini kimsenin anlayamadığı bir taşı ortalığa atmasıyla başladı...

     Altı boş açılım aylarca gündemi kilitledi, her kafadan bir ses çıktı, destekleyenler, köstekleyenler oldu. Ne olacak diye bekledik aylarca, açılıyoruz da ne yapıyoruz, kapalı olan neydi, neyi, kime açıyoruz. Etnik yapının bu kadar karışmış olduğu bir ülkede kimi kimden ayırıyor da, şimdi nereye açılıyorduk biz?

  Hükümet, aynı türk medyası gibi önce spekülatif başlığını duyurdu topluma, herkesin yorum yapmasına, akıl yürütmesine, merak etmesine, dolayısıyla da kızışmasına meyil verdi ve içeriği sonradan ekledi. Yani, gerçek bir yürütme planı olan bir değişimi hazırlayıp, yasa ve yönetmelikleri planlayıp, bir ön kamuoyu yoklaması yapıp sonra konuya başlık atmadı. Haydi! dedi, açılıyoruz!  daha sessiz daha sağlam adımlarla gerçekleşse bu sözde kaynaşma daha iyi olmazmıydı? Nitekim aylarca, ilan edilen bu kürt açılımının altında ne var, ne olacak diye bekledik. Boş laf bu dedik.

    Türkiye'de kürt kökenli vatandaşların nüfusunun 10 milyon olduğu söyleniyor. 8 de 1 demek. Bir de başımıza bela olmuş terör örgütü var. Bir etnik kimliğin, Türkiyelinin sekizde birinin  haklarını savunan, demokratik bir tercihin ürünü olan, insancıl çözümler öneren, barışçıl-sivil bir örgüt değil, adı üstünde terör örgütü. Tanıdığım bir çok kürt var ki terör örgütünden her türk kadar nefret ediyorlar. (Türk ve kürt olarak ayırmam insanları ama başka bir terminoloji kullanamıyorum.) Ayırımcılıktan o kadar uzak büyüdüm ki, en yakın ortaokul sınıf arkadaşımın ermeni olduğunu, şöförümüzün kürt olduğunu 22 yaşına kadar farketmedim... İnsanları ayırmamanın en önemli gerçek olduğu öğretildi bana. Olabilecek tek ayırım iyi ile kötü arasındaydı, katille kurban, dolandırıcıyla çalışkan, hakla yolsuzluk arasında.

    Sonuçta, açılımın ilanının üzerinden birkaç ay geçti, açılımın en büyük bombası terör örgütü ele başının muhatap alınarak dağdan inin çağrısı yapması ve takibinde davulla zurnayla karşılanan pişman teröristler oldu. Ne yapmış oldu hükümet? Ele başını adam yerine koydu, liderliğini kabul etti, pişmanlığı affettirici gösterdi, terörist teslim olsun diye gösterdiği havuç haddinden büyük oldu. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, hapsettiği ele başının liderliğini meşru kıldı. Nedir liderlik? kabul gören, muhatap alınan adamdır lider, tek kişilik lider olmaz. Yani, kitle olmadan, kitle kabul etmeden lider olmaz. Muhalif kabul etmeden de lider olmaz, karşısında muhatap bulan adam lider olur.

    Bu ülkenin kürt kökenli vatandaşlarını sözde temsil eden iki yapı var; biri DTP diğeri ise PKK. Peki bunların hiçbirini tasvip etmeyen kürtler yokmu?  DTP nin 10 milyon oyu mu var yoksa PKK nın 10 milyon teröristi mi var? Atalarımız bize böl ve yönet demedimi, birleştir, kaynaştır, kucakla, teslim olana ev ler hediye et, davullar çaldır dansöz oynat mı dedi. Bırak bölünsün, kürt aydını kürt insanı kendi yerini bulsun, kendini temsil ettirsin. Kürt ve Türk diye ayırma, iyiyi kötüden ayır! Kürt açılımıymış, hangi kürtlere bu açılım. Biz neden, PKK'yı terör örgütü, DTP 'yi başarısız bir siyasi aktör olarak değerlendiremiyoruz. İstemiyor muyuz, adam gibi bir muhatap olsun karşımızda, silahla değil, istişare ile müzakere ile çözmeye çalışsın yüzyıllar süren bir kavgayı. İstemiyor muyuz, diplomasiden anlayan gerçek bir kürt lideri, iyi bir siyasetçi çıksın hakkıyla temsil etsin, müzakereye otursun, gerekirse pazarlık etsin karşımızda bir lider olsun bir insan olsun.

   İstemiyoruz tabii, Türkiye'nin ve tüm islam toplumlarının demokratikleşememelerinin en büyük sebepleri lidersizlik ve temsiliyetsizliktir. Bugün İslamın başında bir lider, hem sözünden çekinilen, hem de sözüne güvenilen bir din adamı olsaydı, batı islamı bu denli hor görebilirmiydi?  her şarlatan bu kadar kolaylıkla dini yobazlığa sürükleyebilirmiydi?  ve ya islam adına terör estirilirmiydi? allahın adı politik kandırmacalar için kullanılabilirmiydi? Peki ya Türkiye'nin adam gibi bir lideri olsaydı, her etnik grup, her lobi kendini hakkıyla temsil eden liderine güvenseydi bugün teröristi baş tacı yapıp, profesörü, gazeteciyi tutuklayan bir hükümetimiz olurmuydu?

   Kürt kökenli vatandaşlar temsil edildiklerini hissedebiliyorlar mı acaba? Ahmet Türk ve diğer DTP millet vekillerinin kendilerini parlamentoda doğruluk, hak ve yetkiyle temsil ettiklerine inanıyorlar mı? Peki ya terörün dağdaki silahlı temsiline inanıyorlar mı?  Peki nedendir bu iki başarısız yapıyı yüceltmek? Kimedir faydası? Nedir çıkarı?

    Tüm bu kurguya inanasım gelmiyor açıkçası, bir hesap var bunun altında bize gösterilenler bir oyun bir komedya. Dün çıktılar onlar dağa, bugün iniyorlar. Terörist ne teslim ne de pişman oldu. Pkk sorunu ile kürt sorunu aynı şey değildi zaten, güneydoğuya yapılmayan hastaneydi, okuldu, altyapıydı, fabrika ve iş imkanıydı sorun. Bir babayiğit gelmedi Atatürk'ten sonra, fabrikayı, hastaneyi okulu İstanbula, Bursaya, Ankaraya değil Erzincana, Diyarbakıra, Tunceliye kurdurtacak, istihdam yaratacak, eşit yaşam şartı sağlayacak, gençleri dağlara kaptırmayıp okullara, işyerlerine sokacak. Gerçek sorunu anlayıp, gerçek çözümü üretecek!