20 Kasım 2009 Cuma

Okko Rezaleti: Kilolarca Yiyeceği Kilitleyip Gittiler



Blogumda haber yapmayı hiç düşünmemiştim ama bizzat şahit olduğum bu olayı paylaşmadan edemeyeceğim.

İlk şubesinin Anadolu Yakasında olduğunu duyduğum şarküteri-market iki sene evvel Ulus'taki evimin köşesine açıldı. Tabi ki merak edip gittik ve özenle hazırlanmış vitrinlerden, görsel bir şölene dönüştürülmüş şarap ve şarküteri reyonlarından etikilenmeden edemedik. Herşey vardı mahallemizin şarküterisinde, şaraptan, ete, hazır mezelerden, peynir ve sebzeye, temizlik malzemelerinden çevirilmiş tavuğa kadar.  Fiyatların da bir hayli yüksek olmasına rağmen boş olduğuna, müşterisi olmadığına hiç şahit olmadım diyebilirim.

Domuz yiyen ve şarküteri dostu biri olarak pek çok kere salam ve sandviç reyonuna uğramış, görevlinin eli çok ağır olsa da sabırla sandviçimi beklemiş, misafir olarak gittiğim yemeklere fayiş fiyata sattıkları italyan şaraplarından alıp götürmüştüm. Hatta, geçen kış turşu kurmak isteyen ananeme, sivri biberi Okko'dan alıp 1 kilosuna 12 TL ödediğimi de hiç unutmam...

Fakat tüm bunlar son günlerde mahallemizde yaşanan olayın yanında sıfır kalır. Geçtiğimiz haftasonu eve gitmeden biraz salam, güzel bir peynir ve bir de şarap alıp biraz keyif yapayım diye Okko'nun otoparkından içeri girmeye teşebbüs ettim. Her zaman müthiş bir güleryüzle arabama park yeri gösteren, hatta park eden, sonra da paketlerimi arabaya kadar taşıyan arkadaş; 'Hanımefendi 1-2 saatliğine kapalıyız, cenazemiz var' dedi. 'Başınız sağolsun' diyip yoluma devam ettim. Üzerinden bir hafta geçti Okko açılmadı! Astoria'daki şubenin iş yapamayıp kapandığını duymuştum ama bu şekil bir zarar ve israfla kapatacaklarını aklıma getirememiştim. Okko, tam 10 gündür içerisindeki tüm yiyecek, içecek, sebze, meyve herşeyiyle kapısına kilit vurulmuş, ışıkları söndürülmüş duruyor. Öyle bir tablo ki, ön tarafta kalan cam vitrinde karnıbaharlar, mandalinalar, narlar, güzelim avokadolar özenle dizilmiş, sıralarında bekliyorlar. Eve dönerken önünden her geçtiğimde bakıyorum, tık yok kıpırtı yok hiçbir hareket yok. Cenaze bile olsa 7'si geçeli neredeyde bir hafta oluyor. İçerideki hazır yemek ve et ve şarküterileri düşünemiyor, o kapılar açıldığında, haftalardır bekleyen çürümüş gıda kokusunu ise tahmin etmek dahi istemiyorum. İçeride kilolarca et vardır, hatta 20 - 30 aileyi yıllarca besleyecek gıda...  Yazık değilmi? Korkunç, tüyler ürpertici bir israf değil mi bu? Etrafta aç insanlar varken olacak iş mi? Madem cenazeniz var helva yerine, bozulacak çürüyecek pahalı yiyeceklerinizi dağıtın.

Mahalle'de çıkan dedikoduya göre ise, piyasaya 10 milyon dolar borcu varmış Okko'nun. Kimbilir... yüzde iki yüz karla satarak da ödeyemediyse borçlarını belki de bir hata vardır bu işte. Her ne olduysa, yazıktır, ayıptır, günahtır. Açın o kapıları, bari garibana dağıtın bayram öncesi... borçlarınızı silmez ama bir dua alırsınız, belki işleriniz yolunda gider.

Bunu gördükten sonra bir daha kapısından adım atmam, evde kalan bir tabak makarnayı bile üşenmeyip sokak kedilerine veriyorum, içim acıyor Okko'nun önünden her geçtiğimde. Hem üzülüyor hem kınıyorum bu umursamazlığı!


17 Kasım 2009 Salı

Demokrasi Dikta Etmek


              Demokrasi yani sözlük anlamı ile vatandaşların devlet yönetimini belirleme konusunda eşit hakka sahip olması. Ahalinin iktidar olması. Tüm çağların en yaygın, en tartışmalı, hem özenilen hem çekinilen, en popüler kavramı. Halkın hukuk ve devlet karşısında eşit olmasına dayanan ama hep birilerinin birilerinden daha eşit olduğu kamu yönetim hali, seçimden çıkan çoğunluğun despotizm biçimi.

                 Antik Yunan'da, milattan çok önce, dahiyane, pırıl pırıl bir kavram olarak ortaya çıktı. Hükümdar değil, halk kendi kendini yönetsin diyordu. Herkes ve herşey gibi, bir canlıymış gibi demokrasi de insanla birlikte evrime uğradı. 18. yüzyıla kadar halkın bir kısmı eşitti. Sonra, elitist oldu yönetimi seçilmiş asilzadelere verdi. İsyanlar çıktı köleler mertebe atladı, isyanlar çıktı işçiler mertebe atladı, isyanlar çıktı, zenci katıldı, kadın katıldı demokrasiye.  Liberali, sosyali, muhafazakarı çıktı, her devrin her adamının başka başka açılardan söylemi oldu demokrasi.

               21. yüzyıla gelindiğinde demokrasinin içinde barındırdığı kavram kargaşası doruk noktasına ulaşmıştı. Geri kalmış, gelenekselci, aşırı muhafazakar ve ya dini kimliği ulus kimliğinden ağır basan halklar demokratik olup olmamayı tartışmaya devam ettiler. Kendi devrimini kendi yapmış, gelişmiş, eğitim ve refah seviyesi yüksek uluslar, bir yandan devletler üstü garantör kurumlar kurarken, diğer yandan yerel yönetimlerinin hüküm alanını genişletip, modern doğrudan demokrasiye doğru adım atmaya başladılar.

             Tarih, demokrasi için savaşanları, eşitlik için ölenleri de gördü. Demokrasiyi bıçaklayıp öldürenleri de. Demokrasi getiren liderler de gördü, götürenleri de.

                   Geri kalan, eşit hak sahibi olmaya cüret edemeyen, adalet nedir bilmeyen halklara bir elbise gibi giydirilmeye çalışıldı demokrasi. Özgürlükçü sistem resmen dikta edildi. Ne kadın kocasıyla eşit olmaya cüret edebildi ne köylü ağayla, ne de memur iş adamıyla. Eğitimsiz ve muhafazakar toplumlar seçimle yönetilmekten çok güdülmeye alışıklardı, altına sığınacak bir totem, mağdur edecek bir sebep, 'Çok yaşa' diyecek bir hükümdar isterlerdi. Kendilerine değer vermeyi öğrenemeyen, birey, vatandaş, hak sahibi, seçmen olduğunu kavrayamayan halklardı bunlar. Giyemediler demokratik kostümü, modern insan-birey kılığına bürünemediler. Ülkelerinde sokaklarda özgürce yürümek istemediler.

               Demokrasiyi, bir devlet sisteminden çok bir yaşam tarzı olarak benimsemek gerekir, ben bireyim, insanım, vatandaşım, özgürüm, haklarım var, ne başka bir insan ne de devlet benden üstün değil diyebilmek gerekir. Bireyler toplumu değil, insan sürüsü hisseden halklar yapamazlar demokrasiyle, dikta edileni bile tutunamaz. Hükümdarın söylediği hak olsun, hukuk olsun, beyin dediği kural olsun, ağanın önünde baş eğilsin isterler. Devrimci liderden sonra ardıllarına ve entellektüellere kalır demokrasiyi benimsetmek, öğretmek, dikta ile giydirmek. Yazarlar, çizerler, överler, halka inmeye çalışırlar, anlaşılamazlar.  Demokratik devrim izlerini heryere yaysa bile, heykeli, bayrağı heryerden gözükse, marşı çalınsa, andı okunsa bile özümsenmez. Geri kalmaya mahkumdur bu halklar, en az üç jenerasyon boyunca demokratik bir ailede, baskısız bir mahallede, özgür bir toplumda yaşayamadıkça kök salamaz demokrasi. Gericilik seçimle geri döner bu kez. Hurafeler söylenceler alır bilim ve hukukun yerini. Din silah olur gericilerin elinde, huzur vermez artık, kışkırtıcı olur. Kendi silahıyla vurulur demokrasi.

               Peki nasıl olur da en iyi yönetim biçimi denir hakkında? Gerçek olarak ve üniversal anlamda en iyi, en doğru yönetim biçimi midir demokrasi? Her halk mutlaka demokrasi ile yönetilmeli ve eşit mi olmalıdır? Demokrasi ile yaşamayı becerebilir mi her toplum? Kendini yönetecek kişiyi seçebilme eylemi herkesin hakkı mı olmalıdır? Peki, ya çoğunluğun dediğinin olması ne kadar adildir? Ya doğruyu bilen, moderni uygulayan, bilimi ve aklı hurafelerin önünde tutan yalnızca bir azınlıksa... Demokrasi savaşı verilmeli, diktayla başa demokrasi mi getirilmelidir?  Demokratik haklarını uygulayan çoğunluk totaliter rejimleri, gericiliği, bilim çağında hurafeyi seçiyorsa ne yapılabilir? Kendini siyahlara bulamayı demokratik hakkı gören bir topluma hangi çeşit demokrasi dikta edilebilir?  

''Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti tüm halkın güvenliği için tehlikelidir.'' J.F.K.






14 Kasım 2009 Cumartesi

Hayatı istiflemek


              Devrim 30 yaşına basmasına az bir zaman kala, evinde yalnız olduğu bir akşam, almış tarafsızlığı yanına, tüm sakinliğini toplamış, hayatını gözden geçiriyordu. Matematikçiydi, bir organizasyon şeması çizdi hayatına, hayalperestti de aynı zamanda bir süzgeç ile bir de raf yarattı aklında. Daha başlarken, uzunca düşünüp ince eleyip sık dokuması gerektiğini, sonunda nereye varacağını kestiremediği analizinin vakit alacağını hissetmişti. Hayatındaki insanları değerlendirecekti kendinden önce. Süzgeçten geçirip raflara dizecekti.

              'Ailem, bana hayat veren beni du dünyaya getiren var olmamı sağlayan olduğuna göre  ondan başlamalıyım' dedi. 'Onları oldukları gibi kabul ederek merkezde tutmalı, birbirimizi seçmemiş olduğumuza göre çatışmamanın, uyumlu olmanın yolunu bulmalıyım.' Ailesinin en büyük çocuğu bile değildi, ama yaratılış meselesi, bazen kendini aile büyüklerinden daha olgun, daha yaşamış hissediyordu. Sırayla, anne babasını, ağabeyini, küçük kız kardeşini bir elekten geçirdi. Uyumlu, pozitif tarafları süzgeçte kaldığı gibi, hataları, yanlışları, huysuz ve bencil anları süzgeçten geçip birer birer dökülüp aklında uçuşmaya başladılar. 'Yaptıklarını ve yaşadıklarını ayrı, yaratılışlarını ayrı değerlendireceğim' dedi Devrim. Yoksa tarafsız ve analitik olmazdı yaklaşımı. Teker teker süzdü aile bireylerini, yaptıklarını şahsi almadan, süzgeçten akıtarak... sevgi, anlayış ve hayat görüşlerine ise kendi penceresinden bakarak.
         Sorumsuz hovarda, problem çocuk ağabeyi, prenses küçük kız kardeşi, tüm dünyaya sevecenlikle kollarını açmış ailenin temel taşı annesi, bilge ama uyumsuz, asabi, sert iş adamı babası,  güzelliklerini birer birer Devrim'in süzgecine bıraktılar. Aşağıya düşüp, uçuşmaya başlayan kötülüklere baktıkça, bir sebep, karaktersel bir sorun, bir kavga buluyordu. Sonuçta hepsinin de süzgeçte kalan bir karşılığı vardı. Bir iyilik beraberinde bir kötülük getirmiş, her biri yaptıkları kötülüklerin acısını diğer taraftan bir yardım,  iyi bir niyet, bir güzellikle yansıtmışlardı dünyaya. Ailelerdi ne de olsa, hepsini oldukları gibi kabul etmeli ve sevgide eksiklik etmemeliydi.
       Ağabeyiyle asla anlaşamayacağını keşfetti, süzgeçte kalan iyilik bile Devrim'den çok başka bir frekansta, uzak ve mesafeliydi hayata. Boşvermişti o keyfine bakıyordu. Anlaşamayacaklardı ama biri düşerse diğeri koşacaktı her zaman. Birlikte büyümüşlerdi. Ne zaman başlamıştı bu ayrılık, ne sebep olmuştu, nasıl olmuştu da böyle farklı iki kişi olmuşlardı. Çocukluğunu gözden geçirdi, belki okullar, farklı çevrelerden arkadaşlar, küçükken olurundan çok büyütülen yaş farkı... Ağabeyi, kız tavlama, gece dışarı çıkmak için aileyle tartışma, arkadaşları gibi marka giyinmek için gereğinden fazla para harcama, kimseyi beğenmeme yaşına geldiğinde, o kitap okuyan, okul gazetesi için araştırma yapan, matematik dersiden çok hoşlanan, okuldan değil tatil günlerinden sıkılan bir çocuktu. Asla anlaşamayacaklardı, süzgeçte kalanlar da olsa, ancak üst, uzak raflara koyabiliyordu onu.  Kız kardeşini doğumundan beri tanıdığı için çok başkaydı ona olan sevgisi, koruma, kollama arzusu, o ailenin prensesiydi. İki ağabeyi olan, çok güzel, narin ve alıngan bir küçük prenses. İyi bir insan olacağına inanıyordu kardeşinin, ailenin en küçüklüğünden gelen bir korunma ihtiyacı hep karakterinin temel taşı olacaktı, hep narin ve küçük kalacaktı sanki.  'Umarım şanslı olur ve onu korumak için hep yanında olurum'  dedi ve onu en yakın ulaşabileceği rafa koydu. Annesi de çok özeldi onun için, süzgecin üstünde; hep yanında oluşunu, verdiği kararlarda onu destekleyişini, hastalandığında, arkadaşları tarafından hayal kırıklığına uğradığında sığınılıcak bir kucak açışını, her zorlu döneminde onu cesaretlendirişini bıraktı güzel, iyi kalpli annesi. Devrim'in süzgecinden ise kaprisleri, ilgi istemesi, babası iş seyahatlerindeyken oğullarından ayrılamayışı, hep merak edişi, ne yedin, nereye gittin, kiminleydin diye sürekli sorgulaması geçti. Önemsemedi Devrim, anne sevgisinin yanında öyle küçük pürüzlerdi ki bunlar. Anneyi, şemasının tam ortasına, en yakın rafa yerleştirdi, herşey ondan dolayı ve onun sayesindeydi zaten. Sıra babasına geldiğinde, süzgecini şöyle bir salladı ama kolay olmadı onu  değerlendirmek, onu  fazla tanımadığını hissetti. Sert bir adamdı babası, hep çalışmıştı, hep hatırlayacağı önemli günlerin birkaçında iş seyahatlerinde oluşunu, yanında olamayışını unutmadığını fark etti. Başarısızlıklarına öfkelendiği için ona kızdığını fark etti. Hırslı bir adamdı, 'Ben onun gibi olmadım diye bana kızıyor' diye düşündü. Yine de en sevdiği erkek çocuğu olduğunu biliyordu, kısacıkta olsa gözünden geçen parıltılarda görmüştü sevgisini. 'Keşke söylese, daha açık ve sevecen olsa' dedi. Babasından hala korktuğunu, çekindiğini keşfetti. Kimseyi değiştiremeyeceğini genç yaşta anlamış bilge bir ruh olan Devrim, babayı annesi ile kız kardeşinin bir üst rafına yerleştirdi. Çabuk ulaşılabilir ama yaratılışı gereği hep yanında olamayacak bir rafa. Süzgeçten dökülenlere rağmen ailesini başka hiçbir aileye değişemeyeceğini, onu o yapan herşeyin onlardan geldiğini biliyordu Devrim. Seçme şansı olsa başka bir aile değil yine onları seçerdi. Abisi hariç, hayat görüşlerini, varoluşlarını seviyordu. Sokakta tanıştığı insanlar bile olsalar seveceği karakterlerdi. Dürüst ve adillerdi, insanların azınlığı gibi. Abisi bile, tüm hovardalığına, umursamazlığına rağmen birçok kişiden daha saf, daha temizdi.
          Sıra arkadaşlarına geldiğinde, sevgilisi Deniz ile en yakın arkadaşı, Osman'dan başlamalıyım dedi. Deniz'le 22 yaşındayken, bir yılbaşı tatili için İstanbul'a döndüğünde tanışmış ve ilk gördüğü anda etkilenmişti. Hovardalık zamanlarıydı, sabit bir ilişki bir sorumluluk istemediği günlerdi. Ekonomi okuduğu Londra'ya geri dönerken de aklında kalmıştı, ama ona söyleyememişti. ''Ne diyebilirdim ki?''Senden çok hoşlanıyorum ama zamanı bu değil, bırak beni birkaç sene daha gezip eyleneyim ama kaybolma bir yere beni bekle' mi diyecektim'' Londra'da birçok kız arkadaşı olmuştu, gelip geçici, zaman zaman aşk zannettiği, deneyip yanıldığı uçucu ilişkiler. Tatile her İstanbul'a döndüğünde Deniz'le görüşmüş zaman zaman umursamaz davranmış, onu üzdüğünü bile bile duygularını saklamıştı. Yıllar sonra İstanbul'da yaşamaya, ailesi neredeyse o şehirde olup orada yaşlanmaya karar verip temelli döndüğünde artık hazırdı. Bu sefer Deniz çıkartmıştı geçmişin acısını, ancak zamanla kazabilmişti güvenini, ama bir şekilde, yine de kaybolmamış beklemişti onu. Sonunda, ikisi de bilinç yaşına, akıl çağına ermiş, sorumluluk alabileceklerine karar vermişlerdi. Tam üç sene geçmişti ve kısmen birlikte yaşıyorlardı. Seviyordu onu, anlayışlılığını, huysuz dönemlerinde, yalnız kalmak istediğinde ona saygı duyup rahat bırakışını, her ihtiyacı olduğunda ise sorgulamadan yanında oluşunu. Aşk tabi ki hafiflemişti, ilk kez yirmi iki yaşında hissettiği heyecan artık değişik birşeye dönüşmüştü. 'Hiçbir zaman onsuz olamam bundan sonra' dedi ve kendine en yakın rafa, en yakın kutucuğa yerleştirdi onu. Aşk sürmezse bile, hep sevecekti onu. Süzgecinde kalan Deniz varlığına, karakterine, hayata baktığı o anlayışlı, olgun ve sakin penceresine hayran kaldı, ayrıcalıklı özel bir insan olduğunu biliyordu Deniz'inin.
         Osman'a gelince gülmeye başladı. 10 yaşından beri arkadaşı, sınıf-sıra arkadaşı, herşeyini bilen, her yönünü tanıyan Osman'ı hangi süzgeçte eleyebilir onu nasıl bir klasmana ayırabilirdi ki. O başlı başına bir konu, apayrı birşeydi. Zaman geçip karakterleri oturmaya başladıkça arkadaşlıkları da başkalaşmıştı. 'Bugün, bu yaşımda tanışsam Osman'la bu kadar yakın arkadaş olabilirmiyim acaba?' diye düşündü. Olamazdı, insanın çocukluk arkadaşı kadar değerli olamazdı hiçbir yakınlık, ailesinden daha çok şey biliyordu hakkında, lise bitip her biri dünyanın başka şehirlerine gitmeye karar verdiklerinde üzüldüğünü hatırladı. Kopacaklarını sanmış, öyle olmamıştı. Tüm tarihleri boyunca aralarına giren tek şey, 1 yıl süren ve nedenini hayal meyal hatırlayıp süper saçma bulduğu küslüktü. Bir yıl sonra ikisi de İstanbul'da olduklarında karşılaşmışlardı. Ve tam da kaldığı yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam etmişti herşey. O bir yılı bir daha ne konuşmuş ne de hatırlamışlardı. Osman'ı hayatının merkezine koydu, hep dostu olmuştu ve olacaktı, onunla olduğu kadar kimseyle eğlenip gülmemiş, kimseyle bu denli çok şey paylaşmamıştı. Ağabeyinden öte, gerçek erkek kardeşiydi o. 'Karakterimin tüm evrelerini, bugüne nasıl ulaştığımı, ne yanlışlar yaptığımı, sevgimi, utancımı, hayal kırıklıklarımı, herşeyimi bilen tek insan, hayatımın tek şahidi o'. En sağlam, en kolay ulaşılan rafta olmalıydı Osman.
      Süzgeçten geçirilecek daha çok arkadaşı vardı.. kısa süreli arkadaşlıklar. İş arkadaşlarına fazla güvenmiyordu zaten, en çok tanıdığı Ömer'i 2 senedir tanıyordu.  İlginç bir insandı ama gizemli, rahatsız edici tarafları vardı. Bazen birşeyler karıştırdığı hissine kapılıyordu. İş dışında da görüşüyorlardı ama  yüzeyseldi herşey. Uzak raflardan birine koydu onu da. Dostluklar zamanla olurdu, güven zamanla oluşurdu onun gözünde. Eğlendiği ama henüz güvenmediği, vakit geçirmek için uygun ama paylaşmak için çok yeni olan arkadaşlarını birer birer uzak raflara kaldırdı, kimbilir belki de zamanla aşağı iner yaklaşırlardı.
       Devrim, hayatını paylaştığı insanları birer birer süzgeçten geçirirken, saatler geçti, yoruldu. Hafiflemiş hissetmeye başlamıştı kendini, sanki en yakınları hakkında düşünmek ona bir yandan kendini tanıtmıştı ve memnun olmuştu sonuçtan. Hem onlarla, hem kendisiyle hesaplaşmıştı. İnsanları, onlarla olan ilişkisiyle değil karakterleriyle, varoluşlarıyla değerlendirmekti doğru olan ve işte o zaman gerçekten sevebilirdi birini. Pencereleri önemliydi insanların, hayata nereden baktıkları, pencelerin birbirine yakınlığı. Hayatı istiflemek te güzeldi, biliyordu artık kimin ne konumda olduğunu, hangi raf sarsıldığında ne hızda yetişeceğini. Süzgeçten geçip uçuşan kötülükleri geride kalan iyiliklerle kompanse edebileceğini. Bir sonraki boş zamanında süzgeci bu sefer kendi için kullanacaktı. Şimdiden merak etti, belki de Deniz'e anlatırdı bunu, 'Bir süzgece koy beni biraz salla' derdi, 'Merak ediyorum neler dökülüp elde neler kalacak' anlık kapıldığı heyecanla saatin geç olmasına bakmadan Deniz'i aradı. Yarı uykulu yarı meraklanmış bir sesle 'Alo' dedi Deniz, ne de olsa alışık değildi gece gece aranmaya. Devrim hep geri durmuş, kendini tamamen bıraktığını asla hissettirmemiş, peşinde olduğunu ve ne yaparsa yapsın peşinde olacağını keşfetmesine izin vermemişti. 'Deniz!' dedi. 'Hayatımı istifledim'. Ne olduğu anlayamayan Deniz 'kötü birşey mi oldu?' dedi. Onun o uykulu halini ne kadar çok sevdiğini düşünen Devrim 'Hayır canım' dedi 'Çok seviyorum seni, iyi geceler.' 

10 Kasım 2009 Salı

Günün Sözü


        Çocukluğumdan beri güzel sözlerden, deyimlerden etkilenirim. Bir filozofun, siyasetçinin, sosyoloğun, edebiyatçının, aslında herkesin aklında olan bir düşünceyi, bir cümleyle ya da basit bir söz diziniyle kısa ve net olarak ifade etmesi ben de hep hayranlık uyandırmıştır. 


        Düşünürüm söz kalıplarının üzerine, beğendiklerimi defterime not alırım. Öğrenmeye, yeri geldiğinde kullanmaya çalışırım konuşurken. Kullananları da severim, yeri geldiğinde bir güzel söz söyleyip sohpete renk katan  bilge kişilikleri. 


Wikiquote'a bakarım gün aşırı, beğendiğim düşünürlerin sözlerini bulmak, fikirlerinin özünü anlamak için. Dilden dile çeviririm. Blog'umun görünümünü düzenlerken de unutmadım günün sözünü eklemeyi. Yeni birşey yazmak için her açtığımda bir başka düşünürün kelimeleri çıkar karşıma. Bazen blogdan defterime taşınır, yeri geldiğinde kullanacağım yeni hazinem olur özenle biraraya getirilmiş, sayfalarca bilgiyi bir çırpıda söyleyen, akılda yer eden o güzel kelimeler.


        Bugünün sözü Leo Tolstoy'dan.  'What a strange illusion it is to suppose that beauty is goodness' diyor ünlü Rus. Büyük düşünür, sosyal ve siyasi aktivist, büyük edebiyat adamı Tolstoy güzelliğin iyilik olduğunu düşünmenin ne kadar garip bir ilüzyon olduğunu söylüyor bu sabah. 


       Güzellik belki bir şans, artı bir puan ama asla iyiliğe eşdeğer değil. Geçici, uçucu, büyülü, büyüsü bozulmaya müsait bir kavram. Hayranlık uyandıran, kıskandıran, adına şiirler şarkılar yazılan, çekici ve tehlikeli bir tılsım sanki... İnsanla bağdaştırıldığında kötüye kullanılmaya çok açık, eşyayla bağdaştırıldığında tüketime iten, doğayla bağdaştırıldığında huzur veren. Güvenilecek birşey değil güzellik, kaypak. Statü belirleyici hiç değil, sanıp da hava atan yanılmış, kandırılmış sayılır. Ne çok şey yazmış, çizmiş söylemiş insan, güzellik üzerine, güzele güzel dememiş onun olmadıkça, hep bir duygu uyandırmış güzellik insanda. Tepkisiz kalınmamış güzellik karşısında.
          
          İletişim çağında önemi daha da büyük deyişlerin, zira laf ağızdan bir kere çıkıyor, bir daha unutulmuyor. Yanlış anlaşılmamak için kısa net ve özenli olmalıyız. Her günümüzün bir sözü, her sözümüzün birgünü olmalı. Doğru kelimeyi bilip, doğru yere koyup, doğru yerde kullanmalıyız ki karşımızdakinin anladığı tam da bizim söylediğimiz olsun.






Birlikte Yaşamak, Yalnızlık ve İnsan


      İnsan yalnız kalamaz, yaşayamaz, paylaşacak biri, destek alacak biri, didişecek biri, peşine düşecek biri, arkasından gelecek biri... biri olmalıdır yakınlarda... yalnız kalamaz insan, tek başına avlanan kartal değildir o, sosyal bir hayvandır... toplumu vardır, toplumuyla var olur... Anarşist bile insan ister, inanılmak, desteklenmek ister... Etrafında birilerini ister insan...


        Önce ailedir birlikte yaşanan, içine, arasına doğulan... Zaman geçer, küçük insan büyür, evden uçar gider... Şanslıysa öğrenciliğinde ev arkadaşları olur. Paylaşmayı, kaynaşmayı, yalnızca onun olmayan bir evi yaşatmasını öğrenir... Kendi evi olacağı günlerin hayalini kuran küçük insan, özgürlükten çıldırır... Pek sevinir... Çok güzeldir öğrencilik yılları, çarşaf değiştirmeyi bilmeden girilen evden, lamba tamir eder, domatesli pilav yapar, market paranı ayırır, evini, odanı temizler nitelikte çıkarsın. Yalnız üniversite değil, hayat okuludur, arkadaşlarla yaşanan yıllar...


          Çok güzeldir ev arkadaşlığı, herkesin bir odası olsa da içeride birileri vardır ya hep... sıkılırsın bazen kalabalıktan, kimseyi görmek istemezsin, 3 hafta tatile giderlerse de dört gözle beklersin aynı masada yemek yemeği... Alışkanlık yapar ev arkadaşlığı, ortak yaşama, yeni ailene alışırsın... Akşamüstü  eve dönmeden herkes birbirini aramaya başlar, 'Ne yiycez bu akşam?' 'Evde hiç bişey yokki' 'Çinciye mi gitsek?' 'Ya hadi boşver, merkeze inelim hem de bişiler içeriz', böyledir işte o yıllar hep yapacak bir şeyler, bir şeyler yapacak birileri vardır etrafta... 2 gün temizlenmeyen mutfağın haline çıldırıp, kavga çıkarıp 3 gün konuşmasan da, sabaha kadar uyuyamadığın bir gece koridorda karşılaştığında, hemen geçer sinir, o pis mutfakta evde tatlı yok diye nutellalı makarna yer, gün doğana kadar sigara içip belki yüz kere konuştuğun konuları bir daha, bir daha anlatırsın... Alışır, bağlanırsın bu oyunumsu evciliğe... Olur da aile evine dönersen, özlersin üşengeçliği, dağınıklığı, boş buzdolabını, marketten su taşımaya üşendiğin için şişelediğin musluk sularını, sabaha kadar oturup, gündüz uyumak istediğinde 'yatmadınmı hala' diyen kimse olmamasını, sefaletle karışmış, ironize olmuş pek sevimli özgürlüğünü...


              Sonra küçük insan biraz daha büyür, yeni bir hayat gelir... çalışıyordur artık, çılgınlık geçmiş, durulmuş geri de kalmıştır. Sevgiliyle yaşar... Hayat kavgasına attığı ilk adımlara arkadaş ettiği, belki hayat arkadaşı edeceği sevgilisiyle... o da güzeldir, farklıdır... yepyeni bir keşiftir... evdeki, artık bütün çılgınlıklarını bilen okul arkadaşın değil, sevdiğin adamdır, kadındır... aslında herşey başkalaşmaya başlamıştır bile... Biri diğerinin huylarına alışmaya, tolerans göstermeye çalışır... maç sırasında kitap okuyanı rahatsız etmemeyi, playstation oynamaya gelen çocukları rahat ettirmeyi, o tuvaletin ışığını sırf o istiyor diye kapatmayı, şahsi alanlarından ilk ödünleri vermeyi öğrenirler... Her sabah dolabı açtığında siyahlaşmaya başlamış o muz gözüne batsa da, sırf o muzlu süt yapar diye simsiyah olana kadar bekletmek gibi... Beraber büyünmüyordur artık, çalışan bir kadınla, sorumluluk almaya hazırlanan bir erkektir konu... Büyümüşlerdir, büyük bir adım atmadan önce, hem özgür hem bağımlı, hem özverili hem oyuncu küçük hayatlarını yaşarlar...


            Gün gelir evindeki kadın karın, adam kocan olur... belediyeden tescilli bir ailesinizdir artık... daha da artar sorumluluk, kadın yemek yapar, çamaşır yıkar, çorapları ayırır, evden yoğurdu eksik etmemeye, kızlara ancak maç günleri söz vermeye çalışır... Aileye yeni bir küçük insan geldiğinde, artık herşey o olmuştur... birbirlerini değil onu rahat ettirmektir artık hayat... onu hayatta tutmanın, ona ve gelecek dördüncüye en iyi hayatı yaşatmanın kavgası başlamıştır artık... sorumluluk hayatın kendisi olmuştur...


         Hep birileri vardır insanın etrafında, sabah uyandığında evinde birileri vardır, yan oda da birileri vardır. Bazen herkes biryerlere gitse de biraz yalnız kalsam der, bazen kaçta gelecekler diye yollarını gözler. Tersinden kalktığı, içindeki canavarın erken uyandığı günler ilk karşılaştığını tersler, sehpadaki yarım kahve bardağına takılır, makine de unutulmuş çamaşırlara bağırır, dolaptaki küflenen ekmeğe sıra geldiğinde çığrından çıkmıştır. Hep diğerine bağırır insan, hep en yakındakine sataşır, anne, ev arkadaşı, sevgili, karı, koca... mutlaka bunlardan  biridir suçlu... her kim ise canavarın ayak altında dolanan, o en olmayacak anda oralarda bulunan, nasibini o alır öfkeden... akıllıysa bulaşmaz canavara, tabii damarına basılmadıkça... canavar yine de onu ister, bağaracak, sataşacak bir insan ister.. yalnız kalırsa kendine döner öfkesi, dışa vurdukça törpülenir, söner, azalır dehşeti... 


             Yakınlarda hep birileri olsun ister insan, arada kaçamakları olsun, üç gün, bir ay, bir sene kendini dinlesin, sonra dinleyenleri olsun ister... canının istediğini yaptığında, katılacak... başarıya ulaştığında kutlayacak, sinirlendiğinde çatacak... sıkıldığında güldürecek... 'kimseyi görmek istemiyorum' diye bağırdığında duyacak, sakinliğiyle yumuşatacak birini ister... 


             Öyle ya da böyle hep diğerlerini yanına ister, yalnız kalamaz küçücük insan...