16 Haziran 2010 Çarşamba

Padanya uğruna Paraguay'lı olunan maç

   Dünya kupası başladı. Türkiye'de futbol gayet hacimli bir sektör ve büyük takımlarımız Avrupa takımlarının iki üç misli taraftara sahip. Ama bir başarısızlık silsilesidir gitti ve maalesef milli takımı Afrika'ya gönderemedik. Gitseydik de maçlar da iyi gitseydi... heyecanla kupa seyretseydik... ne güzel olurdu. Neyse, herkes kupayı takip etmek için taraftar olunacak bir takım seçmiştir kendine. Zaten bu yazı da değinmek istediğim bizim milliler değil, takımların milliliği.

             
   Organizasyon küresel olunca, şehir takımlarının birer birer katılması zor. Nitekim, Avrupa Ligi'nin oluşmasının devamında, bir dünya ligi de oluşacak büyük ihtimalle. Türkiye'den bir takımın Japonya takımıyla yaptığı maç hiçbir zaman bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisi kadar taraftara heyecan veremez ama yerel takımların küreselleşmesi farklı heyecanlar getirebilir sektöre. Neyse, şuan bir dünya ligi yok, nasyonel takımlarla katıldığımız bir kupa var. Turnuva da diyebiliriz. 

   Etnik hesaplaşmaların önemli sorunlar ve sorgular ortaya çıkardığı günümüzde, futbol ve dünya kupası dahi milliliği sorguluyor. Nitekim, 2006 dünya şampiyonu İtalya milli takımının evvelsi gün (14 Haziran 2010) Paraguay ile yaptığı maçta kuzeyli İtalyanlar takımın milliliğini, ve milli olmanın anlamsızlığını sorgulamanın ötesine geçti, gidip bir anda Paraguay'lı oldular.

   İtalya'nın kuzeyini, otonom bir yapıya hatta bağımsız bir devlete dönüştürmek isteyen bu kimseler, ülkelerinin adını 1996'da Federal Padanya Cumhuriyeti olarak belirlediler.  Özgür Padanya ütopyası henüz gerçekleşmemiş olsa da, Kuzey Birliği adlı partileri şuan İtalya'da koalisyon hükümetinin bir parçası. Bunlar beyfendi, işadamı, zengin ayrılıkçılar olduğu için kavgalarını birincil olarak parlamentoda veriyorlar. Ama savaşmak yalnızca dağa çıkıp terör yaratmakla, tren bombalamakla olmaz, Kuzey Birliği de başka silahlarla Roma'nın merkezi yönetimini tehdit ediyor.

                                                                           

   
   Özgür Padania Radyo'su maç sırasında 'Gol attık!' diye oldukça coşkulu bir anons yaptı. Ama İtalya'nın golünde değil Paraguay'ın İtalya'ya attığı golde. Bir toplum yıllardır içinde yaşadığı, ayrılmak istese de ortak bir tarih ve kimliği paylaştığı bir millete karşın bir okyanus ve bir kıta uzaklığındaki Paraguay'ı destekledi. 'Gol attık' cümlesini birinci çoğul şahısla kullanarak Padanya'nın İtalya'dan ayrılmasını isteyenlerin kendilerini Paraguay'lı hisseder gibi yapması, yerellik çatışmasının insanları getirebileceği durumların daniskası. Üstelik, Kuzey Birliği'nin güttüğü ayrımcılık politikasının ne ezilmişlikle alakası var, ne kimliğini yaşatamamakla, ne de azınlıkları yok eden diktacı rejimlerle. Padanya'ya inananların çoğunluğu ödedikleri yüksek vergilerle güneyin tembellerini sırtlarında taşımak istemediklerini söyleyen zengin işadamları. Yani bu ayrılıkçılık problemi yönetimsel ve ekonomik bir sorun, kimlik çatışmasıyla da hiç alakası yok. İşin gülünç yanı, güneyde tarım ve balıkçılık yapan ve ya sadece tüm gün güneşin altında yatan İtalyan'ı beğenmez, onunla kendini bir tutmaz, ona savaş açar, 'Roma'dan aşağısı İtalya değil' derken, Güney Amerika'nın en fakir ikinci ülkesi Paraguay'la bulmuş oldukları ortak payda; O anda her ikisinin de İtalya'ya karşı olması, birinin sahada diğerinin prensiplerde. Her milletin -kendini millet hissetmek neyi gerektirir onu da ayrıca sorgulamak lazım- kendi kaderini belirleme ve bağımsız topraklara sahip olma hakkı baki de olsa, merkezi devletlerden kopma arzusu bazen insanları gülünç duruma sokuyor. Zoraki, sonradan yapıştırma ve yapay bir düşmanlık oluşturuyor. Halbuki, federal bir sistem istemek çok mantıklı ve böyle saçmalıklarla yanlış gösterilmemeli. Herkes böyle davransa Federal Almanya dünyanın en iyi takımlarından birine sahip olabilir miydi?


   Türkiye milli takımının Japonya ile yaptığı bir maçta Kürt vatandaşların Japonya golüne sevinip radyolarından 'Gol attık' anonsu yaptığını düşünemiyorum, yapacağını da sanmıyorum. Türkiye'de böyle birşey olsa bu manşetlerden taşar, futbol camiasının içini oyar, meclisten bile öteye giderdi.  Futbol, büyük kitleleri manipule edebilen bir sektör olsa da, siyasetin eline düşmemeli. Kimse bir takıma taraftar olmak zorunda değil, ama yarışta kendi takımı olmayan, bilinçliyse, iyi oynayan, güçlü bir takımı tutar ve takımlar milli de olsa dünya kupasını milletler-kimlikler çatışmasının ötesinde tutar. Ama, 'kendi galibiyetine sevinme' tutumu bir zamandır yerini, 'diğerinin mağlubiyetine sevinme' durumuna bıraktı. Hatta, 'başka konuda kızdıklarımızı birileri futbol maçında mağlup etse de sevinsek', 'İtalya'yı yenecekse Paraguaylı bile olurum' gibi trajikomedyalara dönüştü... 

   Milli bir takımı tutmanın, illa milliyetçilikle alakası olması gerekmez. Aynı coğrafya da büyümüş yetişmiş insanlar olarak birbirimizi sevip, beraberce sevinmemiz, eğlenmemiz sadece insanlıkla, insanca zaaflarla alakalı. Varsın kalecimiz Laz, forvet Kürt, defans Ermeni olsun... Padan, Sicilyalı ve Alman kombinasyonu da olur. Yeterki centilmenlik de birleşilsin... Güzel maçlar seyredilsin. Bunun yanında 'Almanya'yı tutuyorum çünkü dünyanın en iyi futbol takımı olduğuna inanıyorum' tarzı söylemlere de, söyleyenin kimliği farketmeksizin, saygım sonsuz. Benim favorim ise Italya. Tamamen profesyonel bir seçim olduğunu da söyleyemem, içinde insanca ama iyi niyetli zaaflar ve bağlılık da mevcut.  Forza Azzurri!

15 Haziran 2010 Salı

Zamana Dışarıdan Bakmak

             Yeni dünya düzeni adını verdiğimiz konsept eskidi bile. Hergün her saat dünyada birşeyler değişiyor. Çatırdayarak, kırılıp parçalanarak, kayıp birleşerek, yerlerine oturmaya çalışan, sosyo-ekono-politik fay hatları tüm dengeler. Temel değerler, ana karalar sanki, kocaman kıtalar, denizler, aşırı büyüklükteler. Zaman zaman depremlerle tetikleniyor fay hatları, kırılıyor, eğilip bükülüp yeni bir forma geçiyorlar. Etrafı sallayarak tabii. On bin yıllık bir tarihe bakınca 'şu kadar bin yıl sonra dünya bu halini aldı' gibi cümleler kuruyor jeologlar. Yerleşme esnasında kırılan, parçalanan, birleşenler...

                  Ani de değişse, zamanla da otursa yerine aniden anlaşılmıyor dünyanın kırıkları, özellikle de yeni oluşanları. Daha yazılmamış bir tarihin günlerini geçiriyoruz. Adı henüz konulmamış savaşları, savaş olduğu henüz kabul edilmemiş uygulamaları günlük düzenimize harmanlayıp, yaşayıp gidiyoruz birşeylerin içinde. Birşeyler de hiç durmadan değişiyor.

             Fay hatlarının her kıpırdanıp, zulum ve yıkımdan sonra yerine oturuşu sonradan niteleniyor. Büyük komutanların ya da devlet adamlarının adları, yer isimlerinin uyarlamaları, ani evrimlere takılan fiyakalı tanımlar. Tarihin şahit olduğunun yanında üç beş senelik yıkımlar bile, aslında miniminnacıklar... 

               Floransa'daki Duomo'nun temeli atıldıktan sonra bugünkü halini alması 600 yıl sürmüş. 600 yıla şahit olmuş Duomo meydanı. Yirmişer yıl hüküm sürseler otuz prens, onar yıl sürseler atmış savaş, altmışar yıl yaşasalar yüz sanatkar görmüş. En basit, dümdüz matematikle... Herbiri de ne kadar önemli hissetmişlerdir kendilerini. Lorenzo tüm muhteşemliğiyle tarih oldu. Rönesans sırasında yaşayan Toskana'lı çiftçi yanı başında büyük değerlerin değiştiğinin farkında mıydı acaba? Biz bugün neyin içinde yaşadığımızın farkındamıyız?

             Üçüncü Milenyumun ilk on yılına 'günümüz' diyelim. 2001'de herşeyin değiştiğini birebir yaşayarak farkettik. Ama gerçekten anlamak için geleceğe gitmek şart. İnsanlık dördüncü milenyuma yaklaştığında bizim 'günümüz'e ne ad verecek? Geleceği bilemeyeceğimiz gibi, geleceğin tarihi nasıl yazacağını da bilemeyeceğiz.

               Yıl 2110 diyelim. Bir yüzyıl daha geçmiş, bugünün in lerinin hepsi antika olarak müzelerde. Aynı yerlerden geçen faylar artık bambaşka olmuşlar. Değerlilerle değersizler yer değiştirmiş belkide...

            Türkiye Cumhuriyeti mesela, 87 yıldır var. 630 yıllık bir imparatorluğun tek mirasçısı, islam aleminin yegane demokrasi deneyimlerinden biri. Bugün ekseninin doğuya kaymasından bahsederken 2110'da nerede, nasıl olacak, var olacak mı bilebilir miyiz?  Belki de, 'Müslümanların kısa ömürlü, ithal demokrasi deneyimi' olarak tarih kitaplarında yerini almış olur. İslama dönüşün başlangıcını da günümüze konumlandırır, torunlarımızın torunları...

            Ve ya, İslam dünyasının reformunu, rönesansını, sanayi devrimini sil baştan gerçekleştirip, seküler ve eşitlikçi bir Asya Birliği kurar Türkiye Cumhuriyeti. Avrupa'dan ithal etme değerlerle değil kendi özüyle kendi sistemini oluşturur. 2040'da başvuru yapan Çin, 2050'lerde uyum yasalarını hazmetmeye çalışır olur belki..  

                  Belki, merkezi devlet yapısı, milliyetçilikle birlikte tamamen yok olur dünyadan. Büyük Asya Federasyonu içerisinde özerk küçük şehir devletleri. Bölgeler Avrupası'na komşu olarak... Amerika Birleşik devleti de dağılmış. Herkes yerel tatlarını özgürce yaşatıyor. Büyük ekonomiler tarafından güdülmeyen, yerel üretimlerin çeşitliliğine dayalı yeni bir globalizasyon teorisi çıkartır ortaya hayat vereceğimiz nesiller...

           Ya da, belki 11 eylül 2001'de başlayan 3. dünya savaşının içinde yaşıyoruzdur. Akabinde yaşanan olaylar silsilesine sonradan bakıldığında hepsinin bir bütün olarak 3. dünya savaşının ilk sayfası, bir çeşit hazırlık dönemi olarak tanımlanır yüzyıl sonranın tarihçileri tarafından...

                 Birçok kimsenin inandığı gibi, Avrupa Birliği mirasçısı olacak tutkulu yeni nesiller bulamayıp, yaşlanıp yokolmaz belki... 2020'de CERN'deki parçacık fiziği çalışması sayesinde, düşük maliyetli ve tükenmeyen kaynaklardan elde edilebilen yeni bir enerji keşfedilse. Yok olur mu Avrupa?

              Nükleer bir felakete de kurban gidebilir insanlık... Hayat tekrar yolunu bulduğunda fosillerimize bakarken 'oksijenle yaşayan, insan adlı canlı kendi sonunu kendi hazırlamış' der belki mirasçımız olacak bambaşka canlılar. 

         Olasılıklar sonsuz, tahmin ve kehanetler de. İnsan ile onun zamanı ise geçici... Günümüz'ün  tanımlanamaz olduğu gibi... Birşeyleri anlamak için kendimizin, zamanımızın dışına çıkmalıyız. Uzaktan biryerlerden, zamanın dışından, geçiciliğimizin farkında olarak bakmalıyız etrafa. Zamanımıza, değerlerimize, bugünümüze ve başkalarınınkilere de... 




5 Haziran 2010 Cumartesi

İkiye Bölünen Vikont

         Önce, daha lise öğrencisiyken, Kozmokomik Öyküler çıktı karşıma. Baş kahraman Qfwfg dünya kadar yaşlı, atomlarla misket oynayıp, merdiven dayayarak aya çıkıyordu.  Fantastik edebiyata, hayal ürünü ve masal olan herşeye ilgim yüzünden İtalo Calvino'yu çok sevdim.  Modern masallar anlatan, teoride çok basit hikayelerle görkemli edebiyat ürünleri yaratan, içine yerleştirdiği önemli sorular, çok enteresan karakterler, garip ve özgür çözümler, efsane ve mitlere göndermeler ve kendine özgü dili ile en sevdiğim yazarlardan biri oldu. Romanlarını, kısa hikayelerini, Amerikan derslerini, Atalarımızı, Görünmez Kentlerini, neredeyse tüm kitaplarını okudum. Ama, masallar diyarından dünya dersleri veren Atalarımız üçlemesi; İkiye Bölünen Vikont, Varolmayan Şövalye ve Ağaca Tüneyen Baron'un yeri ayrı. Birkaç ay önce şehir tiyatrolarında çalışmaya başlayan, oyuncu ve görsel sanatlar yönetmeni olan pek sevgili bir arkadaşımla konuşurken 'İkiye bölünen Vikont'u' sahneye koymayı denesene' dedim...

              Vikont'un ve ikiye bölünüşünün sahnede nasıl gözükebileceğini birçok kez düşünmüştüm. Etkileyiciliğini, karizmasını kaybeder miydi?... Kolay olması imkansızdı. Edebiyattaki sonsuz yaratıcılık, görsel sanatlara aktarıldığında hep birşeyler kaybeder ya Vikont kaybetmek için fazla görkemliydi.  Bilgisayar ve efektlerinin göz boyayıcı ilerlemesine rağmen, hiçbir film ya da oyun, kitabından daha güzel olamaz. Çünkü 1- okurken gözümün önünde oynayan film yalnızca benimdir, baş karakter -yazılmadıkça- benim istediğim renk kazak giyer ve istediğim gibi yürür. 2- Baş karakterin yaptığını okumanın ötesinde, onun ne düşündüğünü, olaydan alakasız konularda ne hissettiğini bilebilirim. Film'de düşünüp de söylemediklerini bilemem. Kelime dağarcığından başka hiçbir sınır tanımayan bir sanat edebiyat; varolmayan bir rengi tasvir etmek, ve ya her okuyucunun düşlediği pembe tonunun birbirinden bambaşka olması gibi... Calvino da olağanüstü bir hayalperest.

                  Arkadaşım, konuşmamızdan bir ay kadar sonra bana bir mesaj attı. ''Şehir tiyatrolarından bir ekip, Mayıs'ta sahnelenmek üzere İkiye bölünen Vikont' çalışmaya başlıyor.'' Sevindim ve heyecanlandım. Hem en sevdiğim kitaplardan birinin sahnelenişini göreceğim için, hem de okurken canlandırdığım hayalle, teartral anlamda profesyonel bir okuyucunun hayaliyle karşılaştırabileceğim için. Özellikle de, 'insan iki elinde birer kılıç, kendisiyle savaşıyordu' sahnesini canlı canlı göreceğim için.


      Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında, Kumbaracı 50'de sahnelenen Vikont'uma zar zor bilet bulup gittim. Rekin Teksoy'un çevirisini Yiğit Sertdemir uyarlamış ve yönetmiş.

           Yönetmen, metni canlandırmanın zorluğunu anlatıcıyı aynen anlatıcı olarak oyunun bir parçası yaparak hafifletmiş. Vikont Medardo'nun yeğeni tarafından anlatılan roman, Tomris  İncer'in etkileyici sesi ve vurgusuyla anlatılmış. Oyuncuların performansları esnasında kitaptan uzun metinler okunması, seyirciyi aynı zaman da dinleyici yapmış, gördüğünün ötesinde kendi hayalini sürdürmesine izin vermiş. 

               Bir Türk güllesi tarafından ikiye bölünen vikont aklımdaki gibi fiziken ikiye bölünemedi tabii ama, kılıç ve pelerinin soldan sağa, sağdan sola yer değiştirmesiyle aynı kişinin iki yarısı çıktı ortaya. Biri salt iyi, diğeri salt kötü. Kötüsü terör estirdi. İyisi gülünç oldu. Biri yıktı, diğeri yaptı. Biri öldürdü diğeri kurtardı. Biri intikam alırcasına herşeyi ikiye böldü, diğeri tamamladıkça hor görüldü. Kötüden şikayet eden halk, iyiyi de beğenmedi. Salt iyi ile salt kötü tek başlarına varolamazlar, toplumda tutunamazlardı. İyiye biraz kötülük, kötüye de iyilik katmak gerekti. Sahnedeki vikont iki elinde bir kılıç kendisiyle savaşamadı ama, iyilikle kötülüğün varlığı, yokluğu, savaşı ve aşkı en baştan, tekrar, bir kez daha düşünüldü. Anlatıcı yeğen ise kötülükle iyiliğin savaşını izlerken okkalı bir Calvino cümlesiyle bitirdi anlatımını; 'İnsan bazen kendini eksik hisseder, oysaki yalnızca gençtir.'

                             İkiye bölünen Vikont beni çok etkilemiş kitaplardan biri. İnsanı ortadan ikiye bölen iyilikle kötülüğü anlatan, her ikisinin de faydasını, zararını ve bütünlüğünü gösterip, biraradalığı kabul ettiren, kendi kötülüğümüzü eğitmeyi, iyilikle harmanlayıp yumuşatmayı, en sonunda da sevmeyi salık veren bir başyapıt. Calvino'nun romanları üzerine benim düşündüklerimi, çıkardığım sonuçları, yorduğum yorumları, aldığım dünya derslerini özetleyip yazmam yersiz, herkes okuyup kendi göreceli dersini almalı. Umarım, diğer iki atamız  Varolmayan Şövalye ve Ağaca Tüneyen Baron'u da sahnede görürüz.