tag:blogger.com,1999:blog-84431923124801524192024-03-14T12:29:48.147+03:00AZSGezdiğim, gördüğüm, okuduğum, seyrettiğim ve üstüne düşündüğüm herşey... Sevdiklerim, nefretlerim, olmazsa olmaz saçmalıklar, biraz da politikaAZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.comBlogger41125tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-79099837968051819132010-10-21T00:34:00.000+03:002010-10-21T00:34:51.572+03:00Roma'nın Sekizinci Tepesi ve Kokoreçli Makarna<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2un_x7KAI61NanlKCRAU_MWiAzQnJeWJbxhIqQITm-FEygyizdTY6wZr5GGMAS4VD5Ky4en-8IM-wSpmSJfhmy0o8UzUOWhf0yNoRJXMEpeNBieMKt8tI1S9RcTSFJEizAda-BGZRbZm3/s1600/Checchino+1887.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="317" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2un_x7KAI61NanlKCRAU_MWiAzQnJeWJbxhIqQITm-FEygyizdTY6wZr5GGMAS4VD5Ky4en-8IM-wSpmSJfhmy0o8UzUOWhf0yNoRJXMEpeNBieMKt8tI1S9RcTSFJEizAda-BGZRbZm3/s320/Checchino+1887.png" width="320" /></a><br />
<div style="text-align: justify;"> Geçtiğimiz hafta Roma'daydım. Roma sokakları, Pantheon, Trevi çeşmesi, biraz alışveriş, proseccolu öğlen yemekleri, güzelim salamlar, Vatikan ve çarşamba ayini derken. Roma'lı sevgili dostlarımız Moretti ailesi ile yemeğe gittik. Roma'da hep turist olarak bulunduğum için beni yerel mutfağı tadabileceğim, turistik olmayan biryere götürmelerini rica etmiştim, tam da istediğim oldu. Dilini de konuşsam Roma'lı olmadan asla keşfedemeyeceğim bir yere gittik. Gitmeklede kalmadık, İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş Roma'nın 8. tepesini belki de en enteresanını görmüş olduk...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><br />
Moretti'ler onlarla buluşmam için bana taxi şöförüne söylemem gereken adresi verdiler; "<i>Piazza Testaccio, Ristorante il Checchino</i>". Taksi şöförünün, "orayı nerden buldunuz, merkezde bu kadar restoran varken" diye sorması ve "gerçek Roma mutfağını göreceksiniz" demesiyle daha yoldayken bile keyfim yerine gelmişti. Roma'nın nüfusu 4 milyona yakın ve İtalya'nın en büyük kenti yine de bizim için Taksim'den kalkıp Yeniköy'e yemeğe gitmek benzeri bir uzaklık onlar için şehir dışına çıkmak gibi birşey anlamına geliyor. Yılın her dönemi turiste alışık olsalar bile, merkezdeki Roma'yı bırakıp başka semtlere giden yabancılar hala onları şaşırtabiliyor.<br />
<div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmM-YCDgak_P05eLvKwcTCopI1Q3I68QpB9aJiWa3SPeLFhUvdIgwzf1fuWmSYfbTfW4ZQleaCUPni60n1ZkdeqiqyGBLjh7Wx2jtZNti3wTDDpWsxCWWHYbNGVwNYO0XBMBtqG6QBidL1/s1600/pajata.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="152" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmM-YCDgak_P05eLvKwcTCopI1Q3I68QpB9aJiWa3SPeLFhUvdIgwzf1fuWmSYfbTfW4ZQleaCUPni60n1ZkdeqiqyGBLjh7Wx2jtZNti3wTDDpWsxCWWHYbNGVwNYO0XBMBtqG6QBidL1/s200/pajata.jpg" width="200" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Rigatoni Pajata</td></tr>
</tbody></table><div style="text-align: justify;"> Moretti'lerin bizi davet ettikleri ve kolesterol durumları müsaade ettikçe sıkça gittikleri restaurant 1887'de tarihi surların hemen dışında kalan mezbaha ile yaklaşık aynı zamanda, tam karşısında kurulmuş. Mezbaha'nın yapımı sırasında majestelere yemek pişiren aile 1890'da işletme ruhsatını alarak burayı bir restaurant'a çevirmiş. Roma mutfağının (fakir mutfağı diye eleştirilir) önemli bir bölümünü oluşturan kesim etinin "5. çeyreği" denilen, kelle, paça, sakatat, kuyruk gibi <i>arta kalanlar</i> o zamanlar mezbahada çalışan işçilere maaş olarak veriliyor, bir kısmı da <i><b>il Checchino</b></i>'ya gidiyormuş. </div><br />
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIZd9fx_SwhGfzE698-c1g6uUkZt3mDpSctOlgcV9HEPCDSUexGwcSn0WbeCWli1YE9yphGJrBdOwZHSNHzbKivSDqorPrIjxynrxH1mxUVoMxRVD5usuXmhTCCFAk7l4MIvwAxraVTlEf/s1600/coda+alla+vaccinara.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="159" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIZd9fx_SwhGfzE698-c1g6uUkZt3mDpSctOlgcV9HEPCDSUexGwcSn0WbeCWli1YE9yphGJrBdOwZHSNHzbKivSDqorPrIjxynrxH1mxUVoMxRVD5usuXmhTCCFAk7l4MIvwAxraVTlEf/s200/coda+alla+vaccinara.jpg" width="200" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Coda alla Vaccinara</td></tr>
</tbody></table><br />
Zamanla, menüsüne makarnalar, çeşitli sebzeler ve çorbalar da ekleyen <b><i>il Checchino</i></b> mezbahanın 1975 yılında şehrin dışına taşınmasından sonra da varlığını sürdürmüş. Bugün dört ve beşinci kuşak tarafından işletilen restorantın spesiyaliteleri; <i>Rigatoni con la Pajata</i> (kokoreçli makarna), <i>Coda alla Vaccinara</i> (Vaccinara usulu kuyruk), <i>Insalata di zampi</i> (paça salatası) gibi yalnızca pizza ve makarna yediği zannedilen İtalyanların özellikle Roma'lıların 5. çeyrek mutfağının yerel lezzetleri. Paçanın salatasımı olur? demeyin, haşlanmış paçalar, çeşitli sebzeler, sarımsaklı zeytinyağı ve fesleğenle tatlandırıldığında öyle güzel olmuş ki, ağır ağır kokan bildiğimiz paça ile bu, hayvanın aynı yeri mi diye sorarsınız. Kömür ateşinde pişmiş kokoreç de domates soslu makarnaya çok yakışmış. Üstelik, sakatattan hoşlanmayanların yiyebileceği, fırında pişen acılı kuzu ve tavşan gibi diğer seçenekler de çok lezzetli.<br />
<br />
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp_P01zG2OsbdotB91jw5RF9agfgJ4g3sAQQKKYSgq_xRhaSwRnsh7gIVBCCVDsZVyZHz_nBl0tdO3A69rUAc_WlLGR2TeOFKY09T3nuOYFk_rBziPIs19yU0S4MkxpS12kP42oS4GweFQ/s1600/DSC01670.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp_P01zG2OsbdotB91jw5RF9agfgJ4g3sAQQKKYSgq_xRhaSwRnsh7gIVBCCVDsZVyZHz_nBl0tdO3A69rUAc_WlLGR2TeOFKY09T3nuOYFk_rBziPIs19yU0S4MkxpS12kP42oS4GweFQ/s320/DSC01670.JPG" width="240" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Cantina Checchino</td></tr>
</tbody></table><div style="text-align: justify;"> <b><i>Il Checchino</i></b>'nun leziz yemeklerinin yanında bir diğer özelliği de ailenin tüm tarihi boyunca şarap seçimine gösterdiği özen. İşletme sahipleri Elio ve Francesco sommelier eğitimi almışlar ve tüm dünya lezzetlerine aşinalar. Kendimizi tamamen onların profesyonelliğine bırakınca, antipastolardan sonra ana yemeğe eşlik etsin diye şarabımız değişti. Lazio bölgesinin hem tok hem kuru hem tatlı hem köpüklü, farklı şaraplarının tadına bakmış olduk. Yeni jenerasyonlar işlerini boşvermemiş ve Il Checchino'ya yeni tadlar da katmışlar, özenle seçilmiş ve Avrupa'nın pek çok bölgesinden gelen yıllanmış peynir büfesi de sık rastlanır gibi değil.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Yemeklerin ve şarabın güzelliği ile keyfim çok yerindeyken Antonio'nun, Francesco'dan bize şarap mahsenini göstermesini istemesini ise önce pek de anlamadım. Zira, şarabın bir tek içmesinden anlarım, mahsenlerin de hepsi birbirine benzer... Ama, yemeğimiz bitip de mutfağın içinden geçerek aşağıya indiğimizde oranın herhangi bir şarap mahseni olmadığını anladım. <i><b>Il Checchino</b></i>, Monte Testaccio adı verilen Roma'nın 8. tepesinin ne üstüne ne yanına kurulmuş tam anlamıyla içine oyulmuş. İlginç tarafı ise 50 metre yüksekliğinde, 1 km çapında ve 20.000 metreküp hacmindeki bu tepenin tamamen kırılmış anforalardan oluşuyor olması!</div><br />
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpdydIIfpak6l5DXDKTtJu9woW6RIzpB9L1FakDG9j5CwSO5N-FKP05i0oZCGCW-JS77PR4KLr0AicQ4FhuLdHEfm3rRJ-We7CmR_9AtKixmJ_ST4O_JJQHCGyuKAbd5-iXk6hNLrsqYw0/s1600/il-monte-testaccio.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="172" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpdydIIfpak6l5DXDKTtJu9woW6RIzpB9L1FakDG9j5CwSO5N-FKP05i0oZCGCW-JS77PR4KLr0AicQ4FhuLdHEfm3rRJ-We7CmR_9AtKixmJ_ST4O_JJQHCGyuKAbd5-iXk6hNLrsqYw0/s320/il-monte-testaccio.jpg" width="320" /></a><br />
<div style="text-align: justify;"> Milattan sonra 46 ila 426 yılları arasında Roma'daki bir kanun gereği, tahıl, zeytinyağı ve diğer sıvı gıdalar için kullanılan tüm terracottalar, kullanıldıktan sonra kırılarak bu tepeye bırakılıyormuş. Yüzyıllar boyunca muntazam bir şekilde üstüste konulan anforaların oluşturduğu tepeye "testi" kelimesinin de kökünü oluşturan latince "testae" kelimesinden türeyerek biraz da argolaşmış "Testaccio" ismi verilmiş. Mahsenin duvarlarında net bir şekilde gördüğüm kırık testiler tepesi ilerleyen yüzyıllarda çeşitli oyun ve seremonilerde kullanılmış ve 1600'lerden sonra tamamen değişmeye başlamış. Roma'lılar bir diğer adı da "Monte dei Cocci" olan tepenin içine tonozlar açıp doğal serinlikten de yararlanarak şarap mahzenleri ve lokantalar yapmışlar. <b><i>Il Checchino</i></b>'da bu özelliğinden dolayı tarihi bir mekan sayılıyor ve korunuyor. Buz gibi mahzenin içinde anforaların fotoğraflarını çekerken, Francesco üzerimizde 26 metre daha anfora olduğunu söyledi. Roma'lılar dışında pek çok italyanın bile bilmediği ve görmediği 8. tepe İtalya'daki alışılmış ilk ve orta çağ sanatından, rönesans binalarından çok daha enteresan... Dünyanın başka yerlerinde anforalardan oluşmuş bir tepe daha varmıdır? hiç sanmıyorum... Şehirleri herzaman yerlilerinden öğrenmek lazım. Sonuçta, il Checchino, kokoreçli makarnası ve anfora tepesi, bilmem kaçıncı Roma seyahatimin en etkileyici anısı oldu...</div><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhf4z7sdDPqQjEiV7IAwnEdw10hMvHWSKFzk_4NDADnwMvD3mBUVrly72QDKpE7m294khrnDwHspjBfT6x-x8kP2gchkJkvugHm2D2t6uuzmALhKqymFaj2FAYCHfJfDIsJHFUvrr1MCrvl/s1600/DSC01674.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhf4z7sdDPqQjEiV7IAwnEdw10hMvHWSKFzk_4NDADnwMvD3mBUVrly72QDKpE7m294khrnDwHspjBfT6x-x8kP2gchkJkvugHm2D2t6uuzmALhKqymFaj2FAYCHfJfDIsJHFUvrr1MCrvl/s400/DSC01674.JPG" width="400" /></a></div><br />
Il Checchino dal 1887: via del Monte Testaccio, 30 Roma<br />
<a href="http://www.checchino-dal-1887.com/node">www.checchino-dal-1887.com/node</a>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-88550609458126109122010-09-29T14:05:00.001+03:002010-09-29T15:06:56.402+03:00No Berlusconi Day 2<div style="text-align: justify;"><b>Geçen yıl 5 Aralık'ta Roma'da düzenlenen ve 1 milyon kişinin mor kostümlerle katıldığı No Berlusconi Day, 2 Ekim'de tekrar meydanlarda olmaya hazırlanıyor... </b></div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ4uoBrw6FcDWF5y6aKWDx4nniJfcA99LsFaVBSlIksoBsSMak062X5HnJc-bnA-84cdZNvIf7Nyi0h7ROd2MbOjzpfVsjzMwEfy9P-dAJrLsJQW3B-4Agav0-bmHrCsEp6q15MVygpxfb/s1600/volantinonbd2.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ4uoBrw6FcDWF5y6aKWDx4nniJfcA99LsFaVBSlIksoBsSMak062X5HnJc-bnA-84cdZNvIf7Nyi0h7ROd2MbOjzpfVsjzMwEfy9P-dAJrLsJQW3B-4Agav0-bmHrCsEp6q15MVygpxfb/s320/volantinonbd2.png" width="226" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;"> İlk Berlusconi'ye Hayır! günü farklı sektörlerden birkaç gencin önayak olmasıyla geçen sene düzenlenmiş ve tüm dünya basınında ses getirmişti. Tarafsız, öncü ve apolitik bir renk olan 'mor'u temel iletişim renkleri seçen ekip, Berlusconi yönetiminden memnun olmayan ve mor atkılar, şapkalar, şemsiyelere bürünmüş bir milyon kişiyle beraber 5 aralık 2009 günü Roma meydanlarını doldurdu. Mitingin hemen sonrasında anonim bir blog olan San Precario tarafından 'Mor Halk' diye adlandırılan ve bu ismi benimseyen mitingçiler bir yıl sonra 2 Ekim Cumartesi günü tekrar Roma'da toplanmaya hazırlanıyorlar. Bir senelik bir çalışmanın ardından organizasyon yetenekleri daha da gelişmiş ve çok daha iddialılar. Berlusconi'yi kovamaya geliyorlar! </div><br />
<div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: right;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsF-1dy9VgLsONfD0iWaM79RuvJfh16WgDekLCZgK_4YLeCfkIQkl4zPcR13rlRjqWR4aSr_uzqAEMGG4x_VIDD_qzvfmpb7UiUrAYfAkIoI_Dy1RPfP1GNUsA0lEe0zCoB_n4KLZBaIwp/s1600/5europerlicenziarlo.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em; text-align: justify;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsF-1dy9VgLsONfD0iWaM79RuvJfh16WgDekLCZgK_4YLeCfkIQkl4zPcR13rlRjqWR4aSr_uzqAEMGG4x_VIDD_qzvfmpb7UiUrAYfAkIoI_Dy1RPfP1GNUsA0lEe0zCoB_n4KLZBaIwp/s320/5europerlicenziarlo.jpg" width="228" /></a></div><div style="text-align: justify;"> No B Day organizatörleri Popolo Viola'nın geçen bir senede protestocu olmaktan, organize bir grup olmaya doğru sağlam adımlarla yol aldıklarını söylüyor. Herşeyden önce mevcut seçim yasasının değişmesini talep eden, çıkar çatışmalarını düzenleyen ve yeni Berlusconiler doğmasını engellemeyen yeni yasaya karşı çıkan ve erken seçime gidilmesini öneren Popolo Viola 5 farklı tez ortaya koyuyor;</div><br />
<div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">1. <b>Yaşasın Anayasa:</b> İtalyan anayasası kamu düzenine ışık tutan ve demokratik yaşamı koruyan bir belgedir. Tüm kısımlarıyla uygulanmalı, şahsi ve politik çıkarları için ona el sürmeye kalkanlar engellenmeli ve anayasa asla değiştirilmemelidir.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">2. <b>İş mal değildir: </b>İş ve iş gücü toplumun gelişiminin en önemli faktörüdür. Çalışan kişinin hakları pazarlık unsuru olmaya müsait değildir. Son yıllarda uygulanan sosyal güvencelerin gelişimini duraksatan ve tüm jenerasyonları umutsuzluğa ve kötüye kullanılmaya iten modeller aşılmalı. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">3. <b>Mafia Devletten dışarı!:</b> Hukuksuzluk kurumlarda ve toplumda yayılmakta, yurttaşların yaşam kalitesini ve ülkenin gelişimini duraksatmaktadır. Yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık, siyasal kurumlar içerisinde bunlara müsamaha gösterilmesi ve mafya, ülkenin maddi ve manevi gelişiminin önündeki bir numaralı engel. 'Temiz Parlamento' için biraraya gelen sivil toplum hareketleri ile bunlarla savaşılmalı ve siyaset sahnesi temizlenmeli. Yasallık kültürü okullardan başlayarak anlatılmalı ve mafya ile savaşırken hayatından olmuş tarihi figürlerin değeri korunmalıdır. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">4. <b>Bavaglio Yasasına Hayır:</b> Suç ve yolsuzluk olaylarının basın, yayın ve Ağ özgürlüğü, otoritarizm ve benzeri virüslerin en önemli panzehiridir. Bunlar gelişmiş demokrasilerin vazgeçilmez varlığıdır, dolayısıyla da kültürel fonksiyonları ve siyasetçi sınıfın eylemleri üzerindeki kontrolleri korunmalı ve teşvik edilmeli. Televizyonda tekelleşmenin yaşandığı bir ülkede, ifade özgürlüğü ve plüralist basın-yayın demokrasinin başlıca koruyucuları olarak varolmalıdır. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">5. <b>Aranmayan Araştırma:</b> Globalleşen dünyada araştırma ve bilime yatırım yapmayan bir ülke kültürel, bilimsel ve endüstriyel cüceliğe mahkum olur. Üretimin tekrar canlanması, krizin aşılması ve welfare'in kuvvetlendirilmesi için Üniversitelere ve devlet okullarına daha çok kamu yatırımı yapılmalıdır. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Öne sürdüğü tez ve taleplerle farklı ideolojilerden ve çok farklı sosyal sınıftan kişiye ulaşan Popolo Viola aslında sosyal networklerde başlayan, facebook ile gelişen, bloglarla yayılan ve meydanlarda milyonlara ulaşan yeni nesil bir taban hareketi. Organizasyon ekibi çeşitli sektörlerden 25-40 yaş arası gençlerden oluşuyor ve interneti çok iyi kullanmayı başarılarının sırrı olarak tanımlıyorlar. Bu organizasyona önayak olan kimselerin arasında reklamcılar olduğu gibi daha önce demokratik sol partilerin gençlik kollarında siyaseti denemişler de var. Dolayısıyla, kurumsal iletişimi, siyasal iletişimle harmanlayıp, yolsuz hükümete, barbarlık ve şövenizm sembolü haline gelmiş Berlusconi'ye 'Hayır!' diyen herkesi biraraya getirmeyi büyük ölçüde başarıyorlar. Bazı muhalefet partileriyle ortak mücadele alanlarında bulunmalarına rağmen, hemen hepsinden uzak duran ve yavaşlıklarından (!) yakınan Popolo Viola hedeflerinin ülkeyi değiştirmek olduğunu ve bu amaç doğrultusunda bağımsız programlarında son derece kararlı olduklarını her fırsatta dile getiriyor.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkQAcIn2Fybn6-uSCvdis4YIPFNznXqrWWGK6dEOKToaEoW9KvSuJLnIwVIHITGBnp8WYWXpYB5oAn0jGlzEuFq8_ZddiqPJ-Qep8XHh1YiGds2OgLHKUcvk4KdtFp5vCx_QzUdOGknM12/s1600/bus.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkQAcIn2Fybn6-uSCvdis4YIPFNznXqrWWGK6dEOKToaEoW9KvSuJLnIwVIHITGBnp8WYWXpYB5oAn0jGlzEuFq8_ZddiqPJ-Qep8XHh1YiGds2OgLHKUcvk4KdtFp5vCx_QzUdOGknM12/s1600/bus.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Hareketin ana muhalefet partisi tarafından finanse edildiği, gösterildiği kadar sivil ve masum olmadığı da konuşulmuyor değil tabi. Yine de finansmanla ilgili herhangi bir kanıt ve ya belge ortada yok. Mor halk, web sitesinde ''Berlusconi'yi kovmak için 5 euro'' başlıklı bir banner yapmış. Organizasyon ve ulaşım için gereken 40.000 euroya ulaşmak için bağış topluyorlar. Çoktan ulaşmış olduklarına eminim ama tabii bu detayları 2 Ekim'den sonra öğreneceğiz.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;"> Şimdilik söyleyebileceğim, morlar giymiş milyon kişinin 2 Ekim cumartesi günü saat 15:00 'de (TSI) Roma'nın La Repubblica meydanında buluşarak San Giovanni meydanına yürüyeceği ve katılan sanatçıların konser ve gösterileri ile, mitinge bu meydanda devam edecekleri. İletişim konusunda başarılı olan ekip ulaşımı da raslantıya bırakmamış, İtalya'nın hemen her yerinden toplam 36 adet otobüsü Roma'ya gelmek isteyenler için çoktan ayarlamış, şöför ve sorumlu gönüllülerin ile irtibat bilgilerini web sitelerinde yayınlamışlar. Sol Federasyonu, Yeşiller Federasyonu, Genç Komunistler ve ünlü Temiz Eller savcısı Antonio Di Pietro gibi önemli isim ve kurumların katılımının yanı sıra, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan italyanların da daha ufak çapta organizasyonlarla destek vereceği miting, dünyanın tüm yolsuz hükümetlerine ve apolitik kalma kolaycılığına kapılan tüm dünya gençliğine önemli bir ders verecek!</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnQss5PAVEUsFG-gcpSak0SwgnTDaMR3rsWcnfW4DHaEcBqDd90-LjJg8v35IDAMhLXwqRCFTNXNMHXQKUrTnWefyQMa129WiaQaztZYccTJUNifZfvovdFJh5G743aq2aBw7jhDpenL_f/s1600/bdayb.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnQss5PAVEUsFG-gcpSak0SwgnTDaMR3rsWcnfW4DHaEcBqDd90-LjJg8v35IDAMhLXwqRCFTNXNMHXQKUrTnWefyQMa129WiaQaztZYccTJUNifZfvovdFJh5G743aq2aBw7jhDpenL_f/s200/bdayb.jpg" width="132" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">No B Day 1 ile ilgili yazım: </div><div style="text-align: justify;">http://azs-azs-azs.blogspot.com/2009/12/no-b-day.html</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">No B Day 2 web sitesi: </div><div style="text-align: justify;">http://noberlusconiday2.wordpress.com/<br />
<br />
Popolo viola resmi web sitesi:<br />
http://www.ilpopoloviola.it/</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Popolo Viola Facebook grubu: </div><div style="text-align: justify;">http://www.facebook.com/popviola</div><div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-55415588708076135662010-09-25T23:36:00.000+03:002010-09-25T23:36:07.509+03:00Tophane<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjU77h5Kb6eI32IcmCOuBIQLwIZHZk4ftfOt9oCPE-q2FRKy0QJBLcRJ3tEipucg0VIeRiXD7K18xf76DmViAhqLcyeUprLwVZ0jkhQVmSwJZOw6XX3hss6U2ftz-NzVeeZ0VS6fy9RwQRO/s1600/tophane_1953.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjU77h5Kb6eI32IcmCOuBIQLwIZHZk4ftfOt9oCPE-q2FRKy0QJBLcRJ3tEipucg0VIeRiXD7K18xf76DmViAhqLcyeUprLwVZ0jkhQVmSwJZOw6XX3hss6U2ftz-NzVeeZ0VS6fy9RwQRO/s320/tophane_1953.jpg" width="210" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Geçtiğimiz günlerde, Tophane'de, artwalk adı verilmiş yerde aynı gün açılış yapan sanat galerilerine saldırı düzenlendi. Sanatseverler sopalarla dayak yedi. Sokakta içki içiyorlar diye insanların üzerilerine biber gazları sıkıldı. Herkes şaşkın. Kimse olanlara inanamıyor... Benim şaşkınlığım ise olaya değil, onların şaşkınlığına... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> 1996'ya kadar Cihangir'de yaşadım, 2000 yılına kadar da hergün Tom Tom Kaptan sokaktaki okuluma gidip geldim. Dolayısıyla; okul kırdığım günler, okul çıkışı boş olduğum günler, yani boş zamanımın büyük bir kısmı, Tophane'de, Galatasaray'da Tünel'de geçti. Babam, Hacımimi mahallesinde doğup büyümüş, bugün Tophane parkının olduğu yerde dedemin şekerci dükkanı, Kumbaracıdan aşağıya, Boğazkesene inen sokakta da evleri varmış. Kısacası, ister genetik olsun ister ruhen olsun baya Beyoğluluyum. Hala da olana inanılmaz bir olaymış gibi bakamıyorum, bence Tophane pek tekin bir yer değildir, bu kadar farklı insanın bu kadar dipdibe ve yaşamlarını birbirlerinin gözünün içine sokarcasına yaşaması da pek mümkün değildir.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ben lisedeyken (92-00 arası diyelim), ana caddedeki börekçi, karşı sıradaki bakkal, yan taraftaki kırtasiyeci ve başka birsürü kimse takkeli sarıklıydı, beyoğlu ülkü ocakları tophane şubesi karşı sokaklardan birinde, umumhane ise bir diğerindeydi. Bizler de çevremizdeki çeşitli muhafazakara ve gelir düzeyi düşük kimseye göre, yan taraftaki özel italyan okuluna giden birer çeşit yabancıydık. Öcalan İtalya'da yakalandığında okula saldırıldığını unutamam. Günlerce, servislere polis korumasıyla inip binmiştik. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Babamın ondan 13 yaş büyük olan ablası bugün 70 yaşında, çocukluğu ve gençliği tophanede geçmiş, onun çocukluğunda semtin nasıl olduğunu sorduğumda; dedesinin zamanı - yani saltanatın iyice ihtişamlı olduğu zamanlarda- sarayın bilumum kahveci paşası, kumaşçı paşası, lokumcu paşası vs.. Tophane semtinde oturduğunu, kendi çocukluğunda ise bağnaz olmamakla beraber birçok çeşitten muhafazakar insanın, çeşitli esnaf ve ailelerinin hep birlikte yaşadığını anlattı. Evlerinin biraz üstünde bir rum mahallesi, az aşağıda Siirtliler, parkın sahil tarafında da balıkçılar varmış... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEig5E8c6nsqT-AIGvvfadqUyL3J_XZEDQtVI2_gB2AbegvajLEme7h0SaPVrwnf_1k2HvAZHlLNmkRtAO7Xlf2ZU4PG-PFfepA8112CYSIyzgvrroPk94dRyDs9SgNry647X3HuwKOW3oCg/s1600/Tophane.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEig5E8c6nsqT-AIGvvfadqUyL3J_XZEDQtVI2_gB2AbegvajLEme7h0SaPVrwnf_1k2HvAZHlLNmkRtAO7Xlf2ZU4PG-PFfepA8112CYSIyzgvrroPk94dRyDs9SgNry647X3HuwKOW3oCg/s320/Tophane.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bir semtin sosyal dokusunu anlamak için, tarihini anlamak çok önemli ama Tophane'nin 100 sene, 50 sene ve 5 sene önceki zamanlarında muazzam değişiklikler var. 100 sene önce sanayi merkezi. Şehrin yer değiştirmesiyle azalan evler, atlı tramvay yolunun genişletilmesi ve parkın istimlak edilmesiyle tophane'yi terk etmek zorunda kalan esnaf, yıkılmaya bırakılan binalar, ucuzlayan, popülariteden düşen sokaklar... Şehrin aldığı göçle beraber, din ve ahlaken muhafakazar ama istanbullu olmayan bir kesimin giden esnafın yerini almasının paralelinde, travesti, esrar satıcısı ve keranenin de yüzlerce yıllık sokaklara yerleşmesi. Ve son olarak eski binaların müteahhitlere verilip yeniden yapılıp rant sağlanması, bu sefer esnafın ortasına gelen entellektüel çevreler.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> 90'lı yıllarda İstiklal caddesinde kimse Galatasaray'dan öteye yürümezdi, Asmalımescit ve Tünel'de bazı bilindik meyhaneler, tavla ve okey oynanan kahvehaneler, genelevler ve sulu yemek yapan esnaf lokantaları dışında pek birşey yoktu. Şimdilerde Tünel'de, Kuledibi'nde yaşayan jenerasyon o zamanlar Etiler-Bebek-Nişantaşı bölgesinde takılmaya bayılır Beyoğlu'na burun kıvırırdı. İşte tam o noktada İstanbul'un eski şehri, bir avrupa old town'una benzetilmek istendi. Çürümeye terkedilmiş yüzlerce yıllık binalar renove olsun istendi, en eski Beyoğlu geri gelsin istendi. Yani hep yapıldığı gibi, önce yıkıp sonra diriltmeye çalıştık, akıllar başa sonradan geldi. Tünel ve Şişhane'den başlayan akım Kuledibine indi. Çoğu bina yabancı ortaklı şirketlerce alındı-yapıldı-satıldı ve ya binlerce euroya kiraya verildi. Serdar-ı ekremdeki 100 m2 dairenin fiyatı Bebekte boğaz manzaralı daire ile eşitlendi (1.2 ML dolar!!) 500 liraya kiraladığı derme çatma daireden fiziki ve ya ekonomik kuvvet ile çıkarılan halk bir baktı ki... çıktığı daireyi yapmış, makyajlamış 1000 euroya bir yabancıya verivermişler... 700 lira kira veren berber dükkanına 'şimdi 3000 lira' dendi, ve ya çık... İstanbul esnafının yerini almış anadolu esnafının da yerine bu sefer Beyoğlu'nda yaşamayı ve takılmayı çok cool bulan o gençlik geldi. Geldi ama, orada var olana tepeden baktığı, daha pembe, bambaşka bir dünyadan geldiği için çok rahat davrandı, dolayısıyla da ahali birbirine girdi. Entel dantel sanatseverler de biranda dağdan gelip bağdakini kovanlar klasmanına girdiler. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bu iki kitlenin böyle emrivaki biçimde ve plansızca beraber yaşayamayacağını zaten aklı olan herkes görebilirdi. Geçen sene bizzat şahit olduğum bir sahne şöyle: kumbaracıda yenilenerek rezidans yapılmış bir binanın çatı katında (kirası 3000 euro) bangır bangır müzik çalınan bir parti var, yan binanın en alt katındaki kahvehane ise Filistin'e yardım, katil İsrail afişleri asmış, o gün gazzede patlayan bombaların yasını tutuyor. Bu modelin sakin ve demokratik biçimde, birbirlerinin gözüne batmadan ve sataşmadan yaşayabileceğine kim nasıl inanabilir ki? Bu olaya inanamayan, çok şaşıran ve tepki veren kimselere baktığımda bir çoğunun, AKP iktidarı ile birlikte, laik kesimde artan 'vatan elden gidiyor', 'şeriat gelecek', 'bölüneceğiz' söylemlerinden ile birlikte politikayla ilgilenmeye başladığını ve Beyoğlu coollaştıktan sonra Beyoğlulu olduğunu görüyorum.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bazı insanlar ise bu olayları referendumdan evet çıkmasına bağladılar... Cesaret vermişmiş... sorun yalnızca dindar ile içki içen arasında değil aynı zamanda zengin ile fakir arasında, çarpık yapılaşma yaratan rantçı belediyeci ile vatandaş arasında... Sorun, tepeden inme plansız yöntemlerle buruşturulup atıldığı yerden geri dönüştürülmeye çalışılan bir ilçenin sorunu. Ve yerel yönetimin, rüşvetle imar veren belediyecilerin suçu. Ve burası İstanbul... Türkiye'nin en önemli sorunu haline gelen İstanbul... Sonunda hiçbirimize kalmayacak olan İstanbul.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-30270144711859629362010-08-26T00:45:00.000+03:002010-08-26T00:45:24.091+03:00Kararsızlık ve cesaret<div style="text-align: justify;"> Kararsızlık en kötü karardan daha kötüdür demişler... Katılmıyorum bazen kararsızlık uzun uzun düşünmekten, herşeyi eni boyu ağırlığı hacmiyle tartmaktan, hep yeni birşey katmaya çalışmaktan olur. Yine ondandır ki son zamanlarda yazdıklarımı kendime saklıyorum, paylaşıp paylaşmamaya bile karar veremiyorum bir türlü. Ama gündemi ve hergünümüzü terbiyesizce işgal eden referandum artık o kadar çok oldu ki dayanamadım...</div><br />
<div style="text-align: justify;"> CHP'den başlayacağım; Kılıçdaroğlu beni umutlandırmıştı. Hemen, ama inanılmaz bir hızla umudum söndü. Türkiye siyaset sahnesinin yozluğu mudur, chp nin kemikleşmiş, ilikleşmiş, eskimiş zihniyetleri midir, nasıl ve nedendir bilmem.. Dürüst, samimi ve eşitlikçi bir adamı bir sokak hatibine dönüştürdüler. Tam da referandum zamanı. Yazıldığı gibi Gandi sanıp sefalet edebiyatıyla sempati duymadım kendisine ama, dürüst, cesur ve samimi olduğuna gerçekten inanmıştım. Nitekim hala, şahsi ve parti başkanlığı hayatında dürüst ve yolsuzluktan uzak olduğuna inanıyorum. Ama ya siyaset sahnesi, ya miting meydanları, ya ciddi çözüm önerileri, ya yapıcılık... RTE'nin seviyesiz haykırışlarına, argoyla dolu söylemlerine karşılık aynısından bir tane daha çıkartıldı karşımıza. Yegane farkı RTE ne diyorsa tam tersini söylemekten başka birşey olmayan... Hadi halk bundan anlıyor diyelim... Baykal döneminin alışılmış eylemsizliğinin mirasına ne demeli? Hala CHP lideri (yepyenisi) ekranda şunu biz çözeriz, bunu biz yaparız, öyleyse bunu yapsınlar, böyle diyorlarda öyle yapıyorlar ve benzeri bir çok demagojik cüme kuruyor ama şunu da şöyle yapacağız demiyor, diyemiyor. Halka bir plan sunamıyor. Bağımlı bir politikadan, hükümetle aşık atma sanatından bir adım ileri gidemiyor.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Geçen gün televizyonda, kürt sorununu birtek biz çözebiliriz dedi Kılıçdaroğlu, toplumsal müzakere ile çözeceklermiş, bir de kimsenin kendisini farklı hissetmemesi, hissedenlerin de ikna edilmesi yöntemiyle... Kürt raporu hazırlıyorlarmış... Aynı gün televizyonda türban sorununu da ancak CHP çözer, AKP çözemez dedi. Nasıl diye sorulunca, 7 dakika konunun etrafında dönüp hiçbirşey söylemedi. Gerçek bir politikacı gibi... Ben ne kadar safmışım!! Ben asıl bu hatipsel, çakal manevraları yapamayacağını düşünüp, sorunları çözebileceğini, kürdü, ermeniyi, sarıklıyı, türbanlıyı, laiki oldukları gibi koşulsuzca kabul eden ve kucaklayan bir demokrasiye inanacağını sanmıştım. Kimseyi birbirine benzemeye ikna etmeye çalışmayacağını... Sanırım herşeyi ta başından yanlış anlamışım...</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Neyse, Kılıçdaroğlu ile ilgili hayal kırıklığım bir yana, -belki fikirlerim değişir onu da bilemem, insan değişime hep açık olmalı- referandum fiyaskosuna ne demeli?.. Evet mi Hayır mı? Önümüze bir sürü madde koyup tek cevap vermemiz isteniyor. Gerçek bir referandum görmüştüm. İtalyan vatandaşı olan ve İstanbul'da yaşayan bir arkadaşıma postayla geldi oy pusulası. 20 sayfaya yakındı. Değişecek yasanın her maddesi için ayrı ayrı oy veriliyordu. Haydi buyrun postayla sizi başka ülkede bile bulabilen demokrasiye. Üstelik orda da hırsız bir başbakan var, özerk vergiler isteyen bölgeler var, bir dolu problem var, ama demokrasi bir şekilde işliyor işte.. </div><br />
<div style="text-align: justify;"> Evetçiler, askeri vesayetten kurtulalım diyorlar, 12 eylül faciasının intikamını alacakmış gibi söylemlere bürünüyorlar. Hayırcılar ise Anayasa Mahkemesi'nin ve HSYK'nın meclisin hükmüne gireceğinden ürkmüş duruma. Mecliste AKP çoğunluğu olduğundan, güçler ayrılığı meselesi yüzünden, ve bu iki kurumun TSK ile beraber Türkiye Cumhuriyeti'nin laik düzeneğinin meşru garantörleri olduğundan...Yani bu demokrasi denilen şey 80 yıldır milletin içine işleyemediğinden, işletecek, koruyacak kurumlara ihtiyaç duyulduğundan... Bir de tabii hayırcılara göre Akp'nin öne sürdüğü, yazdığı, planladığı herşeyin kötü ve hatta öcü olmasından, yarın öbürgün şeriatı getirme tehlikesi bulunduğundan.</div><br />
<br />
<div style="text-align: justify;"> Bu tabloya bakıyorum. Elle tutulur hiç birşey göremiyorum. 80 anayasası kesinlikle değişmeli, ama gereken değişiklikler bunlar mı? Metni okuyorum. Siyasal Bilgiler fakültesi, yönetim bilimleri bölümünde aldığım naçizane anayasa hukuku bilgimle, elzem değişikliklerin bunlar olmadığını, bu değişikliklerin ise iyi ve ya kötü hiçbirşey olmadığını görüyorum. Ne değişir ki 13 eylül sabahı hayatımızda? STK sözcülerinin bu soruya bir dolu açıklamaları var, hepsi de kendine göre haklı. Aslında tüm polemik izafiyete dayalı.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Eh tabii tüm bunları düşündükten sonra ülkede nelerin değişmesi gerektiğini düşünmeden de edemem. Gördüklerim radikal değişiklikler, bazısı anayasayla ilgili bazısı değil. Pek kimsenin beni anlamayacağının, şimdilik desteklemeyeceğinin de farkında olarak aşağıda listeliyorum. Bence;</div><br />
<div style="text-align: justify;">1. Yök kaldırılmalı, yalnızca darbe ürünü diye değil. Fakültelere bilimsel özerklik gelebilmesi için. Bilim devletten üstün olmayacaksa, üniversitemiz olmasın daha iyi. Devletin atadığı, geri aldığı, müfredatını kısıtladığı ve ya belirlediği, kaç yıl neyin okunacağını dayattığı bir düzende devleti bir adım ileri götürebilecek bilim insanları yetişebilir mi?</div><br />
<div style="text-align: justify;">2. Seçim barajı % 2'ye düşürülmeli. Meclisin istisnasız hepimizi temsil ettiği bir ütopyaya ulaşabilirsek HSYK'ya ve Anayasa mahkemesine atama yapmasından da gocunmayız. Demokrasi bu yaşadığımız değil, en aykırı fikirlerin bile temsil edilebildiği bir ortam demektir. Hepimizin yöneticiler katında bir temsilcisi olması, sesimizin, benliğimizin orada duyulması demektir. Nitekim, oyumu verdiğim bağımsız aday seçilmediğinden beni şuan mecliste kimse temsil etmiyor.</div><br />
<div style="text-align: justify;">3. Vatandaşlık kavramı anayasal boyutta düzene sokulmalıdır. Türklüğün bu denli öne çıkarılması, empoze edilmesi diğer ırk, din, dil, mezhep mensubu vatandaşlara ağır gelmekte ve bastırılan tarafları savundukları kimlikleri haline gelmektedir. Dolayısıyla, büyük milliyetçilik küçük milliyetçiliği besleyerek teröre teşvik etmektedir. Demokratik ülkelerin sosyalistleri, göçmenlerin haklarını düşünmeye başlamışken, Türkiye Cumhuriyeti'nin bin yıllardır bu coğrafyalarda yaşayagelmiş toplumlara daha yeni açılmaya başlamış olması, kendi dillerinde yayın yapmalarına daha yeni izin vermesi ayıptır. T.C. hem yasal hem de facto olarak, farklılıklarımızı korurken eşit haklara olabilmemizi sağlamakla yükümlüdür. Kimseyi yedi yaşından başlayarak haftada bir 'ne mutlu türküm diyene' dedirterek asimile edemeyeceğimiz gibi kendi dillerini konuşmaktan, örf, adet ve dinlerini istedikleri gibi manifeste etmekten de alıkoyamayız. Tüm bunlar anayasal haklar olarak herkese garanti edilmeli, de facto kısmı ise ceza kanunu ile çoook caydırıcı hale getirilmelidir. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">4. Askerin siyasete müdahalesi kesinlikle engellenmeli, müdahale edenler de yargılanmalıdır. Konu komunizmken müdahale eden ordunun suçlu olduğu kadar, konu irtica iken de müdahale eden ordu suçlu olmalıdır. Bu konuda, bir dönemin solcularının, hatta hapis yatmış, işkence görmüş kimselerinin bugün darbeci olmasını hiçbir şekilde anlayamıyorum. Yasal olarak silah gücüne sahip bir topluluğun siyasete müdahalesi, görkemli bir korkunçluk, bir suçtur. Silahlar, sivil hayattan uzak tutulmalıdır. Bu ülkeye demokratik bir seçimle şeriat gelecek olursa, karşıt devrim ordudan değil, halkın kendisinden beklenmelidir. </div><br />
<div style="text-align: justify;">5. Diyanet işleri devlet yapısından çıkarılmalıdır. Hem devletin dini bir makamı olmasının, dine o ve ya bu şekilde müdahale etmesinin çok saçma oluşundan, hem de maaşlarının vergilerle ödendiği imamları olan bir devletin laik olması zaten düşünülemeyeceğinden. Devlet yapısı içerisinde bir Diyanet İşleri bulunacaksa ancak (ve belki), cem evinin, kilisenin ve sinagogların masraflarının da demografik ölçülerde eşit biçimde karşılandığı, tüm dinler ve tüm mezheplerin tarafsız ve bağımsızca, yalnızca organizatif boyutta idare edildiği bir biçime getirilir ise demokratik olmaya yakın olabilir. </div><br />
<div style="text-align: justify;">6. Üniter devlet yapısı yeniden gözden geçirilmelidir. Tüm dünya yerinden yönetim üzerinde çalışır ve federalizme uzanan bir çizgide devlet yapılanmasında değişiklikler yaparken Türkiye'nin bunu bahsetmekten bile korkması anlaşılabilir değildir. Kürt vatandaşlar için değil. Hepimiz için. Yeriden yönetim, yerel yönetimlerin kuvvetlenmesi kötü birşey değildir. Öcü hiç değildir. Bölgesel yapılanmalar, bölge parlamentoları, bölgesel yönetimler olmalı, merkeze ise çift kameralı bir sistem kurulmalıdır. Birçok gelişmiş ülke federal yapıya sahiptir ve yıkılmamışlardır. Diğer birçoğu da bölgesel yönetimler kurmuş, federalizme yaklaşan bir yol çizmektedirler. Kimse 'onların komşuları düşman değil, küçük-özerk devlet yapılarını kaldırabilirler' şeklinde saçmalamasın. Daha 45 sene önce birbirini kesen Avrupa ülkeleri bugün sınırlarını kaldırmış, bir çoğu federal olmuş, diğerleri de bölgesel vergilendirmeleri, bölgesel otoriteleri kabul etmeye başlamış yerel yönetim reformunu başlatmışlardır. Yani birşeylere biryerden başlamak, hurafeleri bir kenara bırakıp biraz cesur olmak gerekir.</div><br />
<div style="text-align: justify;">7. Adalet sistemi yeniden yapılandırılmalıdır. Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın üyelerinin nereden atandığındansa adaletin varolup olmadığı, herkes için olup olmadığı önemlidir. Bazıları akrabaları, soyu sopu vasıtasıyla cinayetlerden yırtar, diğerlerinin icraatleri faili meçhul dosyalarına kalkar, askerler adaletsizliklerini militer hiyerarşiye sığındırır ama bazı diğerleri de haklarına ulaşana kadar cezaevlerinde sürünür, gücün karşısında adil ve eşit mücadele edemez, haklarının üzerine soğuksular içerken... hangi adalet ve hangi yargıdan hangi güçler ayrılığından bahsedebiliriz? Adaletsizliğin çözümü ülkedeki birçok şeyin çözümünü beraberinde getirecektir.</div><br />
Türkiye'nin geleceği, meydan savaşına dönüştürülmüş referandum saçmalıklarında değil gerçek, cesur ve demokratik adımlardadır. Nitekim tüm bunları düşünerek şu yapılan değişikliklerin anti demokratik olmamakla beraber luzumsuz olduğunu görüyorum. Hayır diyecek kadar değil, parti kapanmasının zorlaştırılması iyi bir gelişme mesela. Ama evet diyecek kadar da değil. Kararsızlığım böyle birşey... Evet mi hayır mı diye önümüze getirilen anayasanın içeriğinin çok daha cesur olmasını isteyen bir kararsızlık... Partiler bazında iki tarafın da uslubu aynı çirkinlik ve çirkeflikteyken, metin bu kadar yetersiz ve gereksizken, hayırcı evet diyeni partiden ihraç eder, evetçi taraf belirtmeyeni bertaraf eder, değişmesini istediğim şeyler de bambaşkayken.... bir karar versem samimiyetsizlik olurdu.AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-77733046881517943172010-06-16T12:05:00.000+03:002010-06-16T12:05:20.287+03:00Padanya uğruna Paraguay'lı olunan maç<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisXBBQowkoCfS4KuBZXvUrnQim_SR9DHqFLIoFsmkRzbN3oJOhIxPm1oGjLWHWMK5R91v2hJsRpAcklK42QSYZpaIlDmwLxo_iGmKOYiIz5cv4TNiLpSz-15wxli5tM-nCUI25FEgvf7nT/s1600/images.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisXBBQowkoCfS4KuBZXvUrnQim_SR9DHqFLIoFsmkRzbN3oJOhIxPm1oGjLWHWMK5R91v2hJsRpAcklK42QSYZpaIlDmwLxo_iGmKOYiIz5cv4TNiLpSz-15wxli5tM-nCUI25FEgvf7nT/s320/images.jpeg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Dünya kupası başladı. Türkiye'de futbol gayet hacimli bir sektör ve büyük takımlarımız Avrupa takımlarının iki üç misli taraftara sahip. Ama bir başarısızlık silsilesidir gitti ve maalesef milli takımı Afrika'ya gönderemedik. Gitseydik de maçlar da iyi gitseydi... heyecanla kupa seyretseydik... ne güzel olurdu. Neyse, herkes kupayı takip etmek için taraftar olunacak bir takım seçmiştir kendine. Zaten bu yazı da değinmek istediğim bizim milliler değil, takımların milliliği.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;"> Organizasyon küresel olunca, şehir takımlarının birer birer katılması zor. Nitekim, Avrupa Ligi'nin oluşmasının devamında, bir dünya ligi de oluşacak büyük ihtimalle. Türkiye'den bir takımın Japonya takımıyla yaptığı maç hiçbir zaman bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisi kadar taraftara heyecan veremez ama yerel takımların küreselleşmesi farklı heyecanlar getirebilir sektöre. Neyse, şuan bir dünya ligi yok, nasyonel takımlarla katıldığımız bir kupa var. Turnuva da diyebiliriz. </div><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitPWvjJbDdovh01YC8NUNRzoQP1zkVxB26PYdrq02JFIZdxTx0ZIQsM9oUzq6L33PmgQ5-coSrzJCjjDNBLDFhWPJKw7yccauVu1QrSz5FP8B_GZnpZfhLUrtNncN9fs1OHe5E3bUenGFz/s1600/f0d7eb8145_991754_med.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitPWvjJbDdovh01YC8NUNRzoQP1zkVxB26PYdrq02JFIZdxTx0ZIQsM9oUzq6L33PmgQ5-coSrzJCjjDNBLDFhWPJKw7yccauVu1QrSz5FP8B_GZnpZfhLUrtNncN9fs1OHe5E3bUenGFz/s200/f0d7eb8145_991754_med.jpg" width="165" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Etnik hesaplaşmaların önemli sorunlar ve sorgular ortaya çıkardığı günümüzde, futbol ve dünya kupası dahi milliliği sorguluyor. Nitekim, 2006 dünya şampiyonu İtalya milli takımının evvelsi gün (14 Haziran 2010) Paraguay ile yaptığı maçta kuzeyli İtalyanlar takımın milliliğini, ve milli olmanın anlamsızlığını sorgulamanın ötesine geçti, gidip bir anda Paraguay'lı oldular.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> İtalya'nın kuzeyini, otonom bir yapıya hatta bağımsız bir devlete dönüştürmek isteyen bu kimseler, ülkelerinin adını 1996'da Federal Padanya Cumhuriyeti olarak belirlediler. Özgür Padanya ütopyası henüz gerçekleşmemiş olsa da, Kuzey Birliği adlı partileri şuan İtalya'da koalisyon hükümetinin bir parçası. Bunlar beyfendi, işadamı, zengin ayrılıkçılar olduğu için kavgalarını birincil olarak parlamentoda veriyorlar. Ama savaşmak yalnızca dağa çıkıp terör yaratmakla, tren bombalamakla olmaz, Kuzey Birliği de başka silahlarla Roma'nın merkezi yönetimini tehdit ediyor.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_k-p8-ojqTxUpdCjVeSEYWsO7nanBn-PeDZeXSznFn7wmm74_w8eOoAkZMKjgoLImmS9MHWfsSCfyhDrwRq1frnxF7-xUuAAWH1OvFBtUo0q6Kh76TtnSD1o7qc5BMDGtU-XcY5pC2udi/s1600/sx2.gif" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_k-p8-ojqTxUpdCjVeSEYWsO7nanBn-PeDZeXSznFn7wmm74_w8eOoAkZMKjgoLImmS9MHWfsSCfyhDrwRq1frnxF7-xUuAAWH1OvFBtUo0q6Kh76TtnSD1o7qc5BMDGtU-XcY5pC2udi/s320/sx2.gif" /></a><span class="Apple-style-span" style="-webkit-text-decorations-in-effect: none; color: black;"></span></div><div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;"> Özgür Padania Radyo'su maç sırasında '<span class="Apple-style-span" style="-webkit-text-decorations-in-effect: none; color: black;">Gol attık!</span><span class="Apple-style-span" style="-webkit-text-decorations-in-effect: none; color: black;">' diye oldukça coşkulu bir anons yaptı. Ama İtalya'nın golünde değil Paraguay'ın İtalya'ya attığı golde. Bir toplum yıllardır içinde yaşadığı, ayrılmak istese de ortak bir tarih ve kimliği paylaştığı bir millete karşın bir okyanus ve bir kıta uzaklığındaki Paraguay'ı destekledi. 'Gol attık' cümlesini birinci çoğul şahısla kullanarak Padanya'nın İtalya'dan ayrılmasını isteyenlerin kendilerini Paraguay'lı hisseder gibi yapması, yerellik çatışmasının insanları getirebileceği durumların daniskası. Üstelik, Kuzey Birliği'nin güttüğü ayrımcılık politikasının ne ezilmişlikle alakası var, ne kimliğini yaşatamamakla, ne de azınlıkları yok eden diktacı rejimlerle. Padanya'ya inananların çoğunluğu ödedikleri yüksek vergilerle güneyin tembellerini sırtlarında taşımak istemediklerini söyleyen zengin işadamları. Yani bu ayrılıkçılık problemi yönetimsel ve ekonomik bir sorun, kimlik çatışmasıyla da hiç alakası yok. İşin gülünç yanı, güneyde tarım ve balıkçılık yapan ve ya sadece tüm gün güneşin altında yatan İtalyan'ı beğenmez, onunla kendini bir tutmaz, ona savaş açar, '<i>Roma'dan aşağısı İtalya değil</i>' derken, Güney Amerika'nın en fakir ikinci ülkesi Paraguay'la bulmuş oldukları ortak payda; O anda her ikisinin de İtalya'ya karşı olması, birinin sahada diğerinin prensiplerde. Her milletin -kendini millet hissetmek neyi gerektirir onu da ayrıca sorgulamak lazım- kendi kaderini belirleme ve bağımsız topraklara sahip olma hakkı baki de olsa, merkezi devletlerden kopma arzusu bazen insanları gülünç duruma sokuyor. Zoraki, sonradan yapıştırma ve yapay bir düşmanlık oluşturuyor. Halbuki, federal bir sistem istemek çok mantıklı ve böyle saçmalıklarla yanlış gösterilmemeli. Herkes böyle davransa Federal Almanya dünyanın en iyi takımlarından birine sahip olabilir miydi?</span></div><br />
<div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Türkiye milli takımının Japonya ile yaptığı bir maçta Kürt vatandaşların Japonya golüne sevinip radyolarından '<i>Gol attık</i>' anonsu yaptığını düşünemiyorum, yapacağını da sanmıyorum. Türkiye'de böyle birşey olsa bu manşetlerden taşar, futbol camiasının içini oyar, meclisten bile öteye giderdi. Futbol, büyük kitleleri manipule edebilen bir sektör olsa da, siyasetin eline düşmemeli. Kimse bir takıma taraftar olmak zorunda değil, ama yarışta kendi takımı olmayan, bilinçliyse, iyi oynayan, güçlü bir takımı tutar ve takımlar milli de olsa dünya kupasını milletler-kimlikler çatışmasının ötesinde tutar. Ama, 'kendi galibiyetine sevinme' tutumu bir zamandır yerini, 'diğerinin mağlubiyetine sevinme' durumuna bıraktı. Hatta, '<i>başka konuda kızdıklarımızı birileri futbol maçında mağlup etse de sevinsek</i>', '<i>İtalya'yı yenecekse Paraguaylı bile olurum</i>' gibi trajikomedyalara dönüştü... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Milli bir takımı tutmanın, illa milliyetçilikle alakası olması gerekmez. Aynı coğrafya da büyümüş yetişmiş insanlar olarak birbirimizi sevip, beraberce sevinmemiz, eğlenmemiz sadece insanlıkla, insanca zaaflarla alakalı. Varsın kalecimiz Laz, forvet Kürt, defans Ermeni olsun... Padan, Sicilyalı ve Alman kombinasyonu da olur. Yeterki centilmenlik de birleşilsin... Güzel maçlar seyredilsin. Bunun yanında '<i>Almanya'yı tutuyorum çünkü dünyanın en iyi futbol takımı olduğuna inanıyorum</i>' tarzı söylemlere de, söyleyenin kimliği farketmeksizin, saygım sonsuz. Benim favorim ise Italya. Tamamen profesyonel bir seçim olduğunu da söyleyemem, içinde insanca ama iyi niyetli zaaflar ve bağlılık da mevcut. Forza Azzurri!</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-52670157411066313542010-06-15T16:40:00.001+03:002010-06-15T16:41:27.939+03:00Zamana Dışarıdan Bakmak<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2Fgo2lUGp4msfm-1VE-WWKiOYl5W136V6adQpdKJRkzbh5pY9-JSo-mhT9RyaNdbnT7CEFP0IeSMeDLDejiMtPh5ec4AFLsMeJM_bWFUFPBKthZ6nuC8CAZn7fd-OHu58lV66seHg5caP/s1600/66263_dunya_saati_01.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2Fgo2lUGp4msfm-1VE-WWKiOYl5W136V6adQpdKJRkzbh5pY9-JSo-mhT9RyaNdbnT7CEFP0IeSMeDLDejiMtPh5ec4AFLsMeJM_bWFUFPBKthZ6nuC8CAZn7fd-OHu58lV66seHg5caP/s320/66263_dunya_saati_01.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Yeni dünya düzeni adını verdiğimiz konsept eskidi bile. Hergün her saat dünyada birşeyler değişiyor. Çatırdayarak, kırılıp parçalanarak, kayıp birleşerek, yerlerine oturmaya çalışan, sosyo-ekono-politik fay hatları tüm dengeler. Temel değerler, ana karalar sanki, kocaman kıtalar, denizler, aşırı büyüklükteler. Zaman zaman depremlerle tetikleniyor fay hatları, kırılıyor, eğilip bükülüp yeni bir forma geçiyorlar. Etrafı sallayarak tabii. On bin yıllık bir tarihe bakınca 'şu kadar bin yıl sonra dünya bu halini aldı' gibi cümleler kuruyor jeologlar. Yerleşme esnasında kırılan, parçalanan, birleşenler...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ani de değişse, zamanla da otursa yerine aniden anlaşılmıyor dünyanın kırıkları, özellikle de yeni oluşanları. Daha yazılmamış bir tarihin günlerini geçiriyoruz. Adı henüz konulmamış savaşları, savaş olduğu henüz kabul edilmemiş uygulamaları günlük düzenimize harmanlayıp, yaşayıp gidiyoruz birşeylerin içinde. Birşeyler de hiç durmadan değişiyor.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Fay hatlarının her kıpırdanıp, zulum ve yıkımdan sonra yerine oturuşu sonradan niteleniyor. Büyük komutanların ya da devlet adamlarının adları, yer isimlerinin uyarlamaları, ani evrimlere takılan fiyakalı tanımlar. Tarihin şahit olduğunun yanında üç beş senelik yıkımlar bile, aslında miniminnacıklar... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Floransa'daki Duomo'nun temeli atıldıktan sonra bugünkü halini alması 600 yıl sürmüş. 600 yıla şahit olmuş Duomo meydanı. Yirmişer yıl hüküm sürseler otuz prens, onar yıl sürseler atmış savaş, altmışar yıl yaşasalar yüz sanatkar görmüş. En basit, dümdüz matematikle... Herbiri de ne kadar önemli hissetmişlerdir kendilerini. Lorenzo tüm muhteşemliğiyle tarih oldu. Rönesans sırasında yaşayan Toskana'lı çiftçi yanı başında büyük değerlerin değiştiğinin farkında mıydı acaba? Biz bugün neyin içinde yaşadığımızın farkındamıyız?</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Üçüncü Milenyumun ilk on yılına 'günümüz' diyelim. 2001'de herşeyin değiştiğini birebir yaşayarak farkettik. Ama gerçekten anlamak için geleceğe gitmek şart. İnsanlık dördüncü milenyuma yaklaştığında bizim 'günümüz'e ne ad verecek? Geleceği bilemeyeceğimiz gibi, geleceğin tarihi nasıl yazacağını da bilemeyeceğiz.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Yıl 2110 diyelim. Bir yüzyıl daha geçmiş, bugünün in lerinin hepsi antika olarak müzelerde. Aynı yerlerden geçen faylar artık bambaşka olmuşlar. Değerlilerle değersizler yer değiştirmiş belkide...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Türkiye Cumhuriyeti mesela, 87 yıldır var. 630 yıllık bir imparatorluğun tek mirasçısı, islam aleminin yegane demokrasi deneyimlerinden biri. Bugün ekseninin doğuya kaymasından bahsederken 2110'da nerede, nasıl olacak, var olacak mı bilebilir miyiz? Belki de, 'Müslümanların kısa ömürlü, ithal demokrasi deneyimi' olarak tarih kitaplarında yerini almış olur. İslama dönüşün başlangıcını da günümüze konumlandırır, torunlarımızın torunları...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ve ya, İslam dünyasının reformunu, rönesansını, sanayi devrimini sil baştan gerçekleştirip, seküler ve eşitlikçi bir Asya Birliği kurar Türkiye Cumhuriyeti. Avrupa'dan ithal etme değerlerle değil kendi özüyle kendi sistemini oluşturur. 2040'da başvuru yapan Çin, 2050'lerde uyum yasalarını hazmetmeye çalışır olur belki.. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Belki, merkezi devlet yapısı, milliyetçilikle birlikte tamamen yok olur dünyadan. Büyük Asya Federasyonu içerisinde özerk küçük şehir devletleri. Bölgeler Avrupası'na komşu olarak... Amerika Birleşik devleti de dağılmış. Herkes yerel tatlarını özgürce yaşatıyor. Büyük ekonomiler tarafından güdülmeyen, yerel üretimlerin çeşitliliğine dayalı yeni bir globalizasyon teorisi çıkartır ortaya hayat vereceğimiz nesiller...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ya da, belki 11 eylül 2001'de başlayan 3. dünya savaşının içinde yaşıyoruzdur. Akabinde yaşanan olaylar silsilesine sonradan bakıldığında hepsinin bir bütün olarak 3. dünya savaşının ilk sayfası, bir çeşit hazırlık dönemi olarak tanımlanır yüzyıl sonranın tarihçileri tarafından...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Birçok kimsenin inandığı gibi, Avrupa Birliği mirasçısı olacak tutkulu yeni nesiller bulamayıp, yaşlanıp yokolmaz belki... 2020'de CERN'deki parçacık fiziği çalışması sayesinde, düşük maliyetli ve tükenmeyen kaynaklardan elde edilebilen yeni bir enerji keşfedilse. Yok olur mu Avrupa?</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Nükleer bir felakete de kurban gidebilir insanlık... Hayat tekrar yolunu bulduğunda fosillerimize bakarken 'oksijenle yaşayan, insan adlı canlı kendi sonunu kendi hazırlamış' der belki mirasçımız olacak bambaşka canlılar. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Olasılıklar sonsuz, tahmin ve kehanetler de. İnsan ile onun zamanı ise geçici... <b>Günümüz'</b>ün tanımlanamaz olduğu gibi... Birşeyleri anlamak için kendimizin, zamanımızın dışına çıkmalıyız. Uzaktan biryerlerden, zamanın dışından, geçiciliğimizin farkında olarak bakmalıyız etrafa. Zamanımıza, değerlerimize, bugünümüze ve başkalarınınkilere de... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-88379810705465883972010-06-05T18:51:00.001+03:002010-06-08T16:37:54.679+03:00İkiye Bölünen Vikont<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjyjfhQHTOD4600NBqP8hUWXfPguzOYIMIo2-YnpwH2k4HiUQepYwcUAs0Wr1d9uBQ2eY8PLkf62oTYPcWQPvWGlWvNr-P0APvwgXJsC3-Fhfx6eQRzQfbQncGnQotl7I0Kybh9gDwMnPhX/s1600/calvino-caricatura.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjyjfhQHTOD4600NBqP8hUWXfPguzOYIMIo2-YnpwH2k4HiUQepYwcUAs0Wr1d9uBQ2eY8PLkf62oTYPcWQPvWGlWvNr-P0APvwgXJsC3-Fhfx6eQRzQfbQncGnQotl7I0Kybh9gDwMnPhX/s320/calvino-caricatura.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Önce, daha lise öğrencisiyken, Kozmokomik Öyküler çıktı karşıma. Baş kahraman Qfwfg dünya kadar yaşlı, atomlarla misket oynayıp, merdiven dayayarak aya çıkıyordu. Fantastik edebiyata, hayal ürünü ve masal olan herşeye ilgim yüzünden İtalo Calvino'yu çok sevdim. Modern masallar anlatan, teoride çok basit hikayelerle görkemli edebiyat ürünleri yaratan, içine yerleştirdiği önemli sorular, çok enteresan karakterler, garip ve özgür çözümler, efsane ve mitlere göndermeler ve kendine özgü dili ile en sevdiğim yazarlardan biri oldu. Romanlarını, kısa hikayelerini, Amerikan derslerini, Atalarımızı, Görünmez Kentlerini, neredeyse tüm kitaplarını okudum. Ama, masallar diyarından dünya dersleri veren Atalarımız üçlemesi; İkiye Bölünen Vikont, Varolmayan Şövalye ve Ağaca Tüneyen Baron'un yeri ayrı. Birkaç ay önce şehir tiyatrolarında çalışmaya başlayan, oyuncu ve görsel sanatlar yönetmeni olan pek sevgili bir arkadaşımla konuşurken '<i>İ</i><i>kiye bölünen Vikont'u' sahneye koymayı denesene</i>' dedim...</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Vikont'un ve ikiye bölünüşünün sahnede nasıl gözükebileceğini birçok kez düşünmüştüm. Etkileyiciliğini, karizmasını kaybeder miydi?... Kolay olması imkansızdı. Edebiyattaki sonsuz yaratıcılık, görsel sanatlara aktarıldığında hep birşeyler kaybeder ya Vikont kaybetmek için fazla görkemliydi. Bilgisayar ve efektlerinin göz boyayıcı ilerlemesine rağmen, hiçbir film ya da oyun, kitabından daha güzel olamaz. Çünkü 1- okurken gözümün önünde oynayan film yalnızca benimdir, baş karakter -yazılmadıkça- benim istediğim renk kazak giyer ve istediğim gibi yürür. 2- Baş karakterin yaptığını okumanın ötesinde, onun ne düşündüğünü, olaydan alakasız konularda ne hissettiğini bilebilirim. Film'de düşünüp de söylemediklerini bilemem. Kelime dağarcığından başka hiçbir sınır tanımayan bir sanat edebiyat; varolmayan bir rengi tasvir etmek, ve ya her okuyucunun düşlediği pembe tonunun birbirinden bambaşka olması gibi... Calvino da olağanüstü bir hayalperest.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Arkadaşım, konuşmamızdan bir ay kadar sonra bana bir mesaj attı. ''Şehir tiyatrolarından bir ekip, Mayıs'ta sahnelenmek üzere İkiye bölünen Vikont' çalışmaya başlıyor.'' Sevindim ve heyecanlandım. Hem en sevdiğim kitaplardan birinin sahnelenişini göreceğim için, hem de okurken canlandırdığım hayalle, teartral anlamda profesyonel bir okuyucunun hayaliyle karşılaştırabileceğim için. Özellikle de, 'insan iki elinde birer kılıç, kendisiyle savaşıyordu' sahnesini canlı canlı göreceğim için.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAY-nwEBtk9iKMexNI-n8zWxN-JWgYTvC44Vf8DvYl2y1gk_xJisDAVyXR7fWWBiJlRr2yTPhMdiMI4DdiZRDwT0LSKj5i3A14aTx63RX44rZjczcYf6ADubsnV-oFhjbMyuT5ip5fGyam/s1600/vikont.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAY-nwEBtk9iKMexNI-n8zWxN-JWgYTvC44Vf8DvYl2y1gk_xJisDAVyXR7fWWBiJlRr2yTPhMdiMI4DdiZRDwT0LSKj5i3A14aTx63RX44rZjczcYf6ADubsnV-oFhjbMyuT5ip5fGyam/s320/vikont.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında, Kumbaracı 50'de sahnelenen Vikont'uma zar zor bilet bulup gittim. Rekin Teksoy'un çevirisini Yiğit Sertdemir uyarlamış ve yönetmiş.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Yönetmen, metni canlandırmanın zorluğunu anlatıcıyı aynen anlatıcı olarak oyunun bir parçası yaparak hafifletmiş. Vikont Medardo'nun yeğeni tarafından anlatılan roman, Tomris İncer'in etkileyici sesi ve vurgusuyla anlatılmış. Oyuncuların performansları esnasında kitaptan uzun metinler okunması, seyirciyi aynı zaman da dinleyici yapmış, gördüğünün ötesinde kendi hayalini sürdürmesine izin vermiş. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bir Türk güllesi tarafından ikiye bölünen vikont aklımdaki gibi fiziken ikiye bölünemedi tabii ama, kılıç ve pelerinin soldan sağa, sağdan sola yer değiştirmesiyle aynı kişinin iki yarısı çıktı ortaya. Biri salt iyi, diğeri salt kötü. Kötüsü terör estirdi. İyisi gülünç oldu. Biri yıktı, diğeri yaptı. Biri öldürdü diğeri kurtardı. Biri intikam alırcasına herşeyi ikiye böldü, diğeri tamamladıkça hor görüldü. Kötüden şikayet eden halk, iyiyi de beğenmedi. Salt iyi ile salt kötü tek başlarına varolamazlar, toplumda tutunamazlardı. İyiye biraz kötülük, kötüye de iyilik katmak gerekti. Sahnedeki vikont iki elinde bir kılıç kendisiyle savaşamadı ama, iyilikle kötülüğün varlığı, yokluğu, savaşı ve aşkı en baştan, tekrar, bir kez daha düşünüldü. Anlatıcı yeğen ise kötülükle iyiliğin savaşını izlerken okkalı bir Calvino cümlesiyle bitirdi anlatımını; '<b><i>İnsan bazen kendini eksik hisseder, oysaki yalnızca gençtir.</i></b>'</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhduDiNcM8JuOIomMgEO3L_3rqXxXNkeTIQZZw4Jp-nXDtKbqqAELQOA_oCeTRktccUHm9wM7InePrewLOgPAY774CR_suD56t2abndI0J2VVD8eu440HSaooJRo4W6e0bI2Mg_hjr77c6_/s1600/9755103139.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhduDiNcM8JuOIomMgEO3L_3rqXxXNkeTIQZZw4Jp-nXDtKbqqAELQOA_oCeTRktccUHm9wM7InePrewLOgPAY774CR_suD56t2abndI0J2VVD8eu440HSaooJRo4W6e0bI2Mg_hjr77c6_/s320/9755103139.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> İkiye bölünen Vikont beni çok etkilemiş kitaplardan biri. İnsanı ortadan ikiye bölen iyilikle kötülüğü anlatan, her ikisinin de faydasını, zararını ve bütünlüğünü gösterip, biraradalığı kabul ettiren, kendi kötülüğümüzü eğitmeyi, iyilikle harmanlayıp yumuşatmayı, en sonunda da sevmeyi salık veren bir başyapıt. Calvino'nun romanları üzerine benim düşündüklerimi, çıkardığım sonuçları, yorduğum yorumları, aldığım dünya derslerini özetleyip yazmam yersiz, herkes okuyup kendi göreceli dersini almalı. Umarım, diğer iki atamız Varolmayan Şövalye ve Ağaca Tüneyen Baron'u da sahnede görürüz.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-3287775655292748192010-05-25T14:30:00.000+03:002010-05-25T14:30:42.250+03:00Değişim<div style="text-align: justify;"> Skandalların tarihi heralde politika kadar eskidir. Politikacılarının özel ve ya ticari hayatlarıyla ilgili skandallara karışmadığı ülkeler ise parmakla sayılacak kadar az. Kimileri pişkindir. Villalarında genç hanımlarla görüntülenir, pek de üstünde durmazlar. Bazıları yaralar alarak atlatır, mahkemelerde yüzleşir, parçalanan aileleriyle öder, koltuklarından olurlar. Çok ender olarak ise, skandallar pozitif gelişmeler ve yeni fırsatlar yaratır.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Son günlerde bir skandal komedyası yaşıyoruz. Bir skandal ile doğan büyük bir şans ve değişim rüzgarı. Hem de hiç tahmin etmediğim birinden. 'RTE'nin evlilik dışı ilişkisi varmış' deseler inanır, hatta haremi olduğunu duysam bile şaşırmazdım. RTE'yi sevmediğimden de değil, sadece bana öyle bir imaj verdiğinden. Deniz Baykal'ın ise bir ilişkisi olacağını hayatta tahmin etmezdim. Deniz Baykal'ı sevmediğimden olsa gerek bu durum beni garip bir şekilde eğlendirdi. Sosyal medyalardan birinde 'Baykal'ın yapabildikleri de varmış' tarzındaki yorumlara edepsizce güldüm. Videoyu ancak birkaç gün sonra izleyebildim. Yapabildiği birşey de yokmuş, zaten videoda seks in s si yokmuş, gözlerimle gördüm. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Skandalın üzerine yapacağı basın açıklamasını ofiste tüm işimizi gücümüzü bırakıp canlı olarak dinledik. Baykal sağ gösterip sol vurdu. Son cümleye kadar istifa etmeyecekmiş gibi yapıp, yine birsürü çok genel cümle kurup, muhalafet yapıp, sadede son kelimelerinde varabildi. '<i>CHP genel başkanlığından istifa ediyorum!!!</i>'. Çok insan üzüldü, başına geleni ayıpladılar, kapısında '<i>yine de sol yine de Bayka</i>l' diye bağıranlar gördük TV kanallarında. Sanki CHP sol fikirli bir partiymiş, Baykal'da Türkiye'deki sosyal demokrasinin sembolüymüş gibi. Çünkü, kör ölür badem gözlü olur. </div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigmXfcHc-NUYn5GNSomkgNIhG1kSbvVj-4_HfTX_zLfsoRjmWPM4RXVxKIvMV6vAoA8GzLEehEPKb_lmteno7ec_VlY50mxGA4j2cV4Aiq5QJx7vySvqHXIrrsPbf0vGKBU2grDyqtwqp4/s1600/280460.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigmXfcHc-NUYn5GNSomkgNIhG1kSbvVj-4_HfTX_zLfsoRjmWPM4RXVxKIvMV6vAoA8GzLEehEPKb_lmteno7ec_VlY50mxGA4j2cV4Aiq5QJx7vySvqHXIrrsPbf0vGKBU2grDyqtwqp4/s320/280460.jpg" width="320" /></a></div><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bir gözlemci olarak bu olaydan kendimce sonuçlar çıkardım; <br />
<br />
<ul><li> Baykal'ın istifasını isteyen, bekleyen çok kimse vardı. Hatta solun birleşmesinin Baykal gitmeden olamayacağına inananlar... Kendisi öncelikle hükümeti suçladı. Bence bu videonun suçlusu hiçbir şekilde hükümet olamaz, RTE'nin ve tüm AKP camiasının işine gelen Baykal'ın gitmesindense, kalmasıdır. Çünkü o, tam da AKP'yi ve tüm Türkiye halkını 10 yıldır muhalefetsiz bırakan, Tayyip'in ekmeğine yağ süren adamdı. Üstelik de, kendisine yönelik istifa çağrılarına kulak asmayacak kadar gamsız ve duyarsız bir adam. En enteresan tarafı, halkın bir kısmı gözünün içine baka baka istifasını isterken, sandıkta başarı gösteremezken, sosyal medyalarda '<b>Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin genel başkanı olsun</b>' grupları yıllar önce açılmış ve üye sayıları hergün artarken, Baykal hiç üstüne alınmadı. Taa ki siyaset onu kişisel bir tokatla vurana kadar. Genel başkan profiliyle değil, eş, aile babası profiliyle yedi Deniz Baykal tokatı ve siyaset şahsına dokunduğu gün istifa etti. Demekki herşey çok şahsiydi onun için, vatan, millet, altı ok, laiklik, Cumhuriyet'in korunması değil, kendi mutlak profiliydi tüm mesleki hayatı. </li>
</ul></div><br />
<div style="text-align: justify;"><br />
<ul><li> Hükümet, CHP'nin iç dinamiklerini suçladı, '<i>Kendi içlerindeki Brütüs'lere baksınlar</i>' dedi. CHP'den birileri Baykal gitsin diye bu komployu düzenlediyse, vicdani yanımla söyleyecek söz bulamıyor ve ayıplıyor. Pragmatik yanımla ise, 'amaca giden her yol mübahtır' diyebiliyorum. Sheakespeare'in Brütüsü de '.<i>..Sezar'ı sevmediğimden değil, Roma'yı daha çok sevdiğimden..</i>' demişti. Yine de, hayrını en çok gören kişi olmasına rağmen, Kemal Kılıçdaroğlu'nun bu komplonun mimarları arasında yer almış olabileceğine asla inanmıyorum. </li>
</ul></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
<ul><li> Her ne olursa olsun, genç bir seçmen olarak bir devlet yöneticisinin özel hayatı beni -kocam olmadığı sürece - hiç ilgilendirmiyor. Kimseyi de ilgilendirmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aileyi korumak tabiki önemli, karısını başka insanların gözünde aptal konumuna sokmamak da... Ama bütün bunun devlet yönetimiyle hiç ama hiç alakası yok. Çapkın birinin işinde çok başarılı olabileceğine, bir halkı barış ve uyum içinde yönetebilen bir adamın aynı anda birden çok kadını sevebileceğine, hatta tamamını kadınların da yapabileceğine inanıyorum. Ve aile meselelerini politikadan da profesyonel yaşamdan da uzak tutan yeni jenerasyonlar yetiştirmeyi umud ediyorum. T.C. vatandaşı olarak, ihtiyacım rol-model değil, sosyal devleti kurma çabası gösteren, gelir dağılımdaki uçurumlarla, emperyalist güçlerin oyunlarını minimuma indirgemeye çalışan, geleceğe umutla bakabilen bir toplum inşa etmeyi başaran profesyonel bir devlet erkanıdır.</li>
</ul></div><br />
<div style="text-align: justify;"> Bu senaryonun büyük resmini ancak birkaç sene sonra kavrayabileceğiz ama olağan kurultaydan günler önce ortaya çıkan bu hadise, birçeşit şans kapısı açtı ve Kemal Kılıçdaroğlu'nu ana muhalefet partisinin genel başkanı yaptı. Siyaset'e emekli olduktan sonra girmiş ve kurtların arasında kuzu sayılabilecek, güzel, iyi niyetli bir insan, olaylar normal seyretseydi uzun yıllar daha bekleyecekken, siyaset hayatının 10 küsürüncü yılında Atatürk'ten miras bir koltuğa oturmayı başardı.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> İlk söylemini dinledim; son yılların siyasi modası olan değişimden, yoksuldan ezilmişten, sosyal devlet ve haklardan bahsediyor, '<i>halkım zenginleşmeden ben zenginleşmeyeceğim</i>' diyordu. Yıllardır sistem kaygısını insan değerinden üstün tutan ve kendi içinde demokrasiyle yönetilmeyen bir partinin başına geçip gerçek bir halkçı gibi konuştu. Karizmatik ve ya değil, lider ve ya bürokrat, iyi hatip ve ya tutuk Kılıçdaroğlu, ülke yönetiminden ümidini kesmiş birçok kişiye ümit verdi. Ben de dahil. Türkiye'liyiz şüpheci olmamız çok normal, çok güzel söylemlerin ardından gelen çok ihtişamlı hayal kırıklıkları gördük. Ama umut duymalı ve şans vermeliyiz. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Eleştiriler de ilk söylemle birlikte start aldı. Gömleğinin markası, söyleminde Kürt sorununa değinmeyişi, kadrosunda devlet yönetimini iyi bilen kimseler olmayışı, nesi varsa eleştiriliyor Kılıçdaroğlu'nun. Türkiye'liyiz çünkü, eleştirmeyi çok severiz. Biraz zaman vermeyi, iyi niyetli, olumlu olmayı tercih etmeyiz. CHP bugünkü durumundan daha kötüye gidemez, o nedenle Kılıçdaroğlu'nun iyi niyetle atacağı her adım, sıfırın yanında birdir. </div><br />
<div style="text-align: justify;"> Bugüne kadar RTE'nin CHP ile ilgili söylemlerinde genel hissiyatım, kendisine konuşacak, hatta haklı olacak malzeme tedarik ettiği için Deniz Baykal'a kızmak olurdu. Umuyorum, bundan sonra CHP, 21. yüzyıl dinamiklerine uyumlu, statükodan, militarizmden, şövenist böbürlenmelerden uzak duran bir kitle partisine dönüşür ve homojen bir karışımdan oluşmayan toplumumuz için mutlak fayda amacı güder. Kılıçdaroğlu'nun çizdiği profilde, estirdiği değişim rüzgarında, güzel günler görme vaadi var. Umarım, CHP'nin kemikleşmiş eski beyinleri, değişimin yönüne müdahale etmez ve tek kişinin değil bir ideolojinin modernleşmesine imkan verirler. </div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-87198394424200195022010-05-06T23:31:00.001+03:002010-05-06T23:32:13.171+03:00Mart Misafiri<div style="text-align: justify;"> Blogumla tam iki aydır ilgilenemiyorum. Fikirler aklımda uçuştukça başlıklar atıyor, cümleler kuruyor, fikir defterimi karalıyorum. Ama taslaklar bir türlü, gözden geçirilip son hallerine ulaştırılıp blogda yayınlanacak hallerine getirilemiyorlar, hatta bazıları zaman aşımına uğrıyıp, taslak olarak kalmaya mahkum oluyor. İsteksizlikten değil. Anlamsız bir vakitsizlik mevhumu ve bahar üşengeçliğine eklenen iş yoğunluğundan... Mart ve Nisan koşuşturmaca halinde çabucak geçti, pencereme sardunyalar ekildi, hava iyice ısındı, güzel işler başarıldı, kitaplar okundu, dostlar görüldü ama son iki ayın en enteresanı Mart ayının sonunda İtalya'dan gelen misafirim seçildi...</div><br />
<div style="text-align: justify;"> 2005, üniversitede derslere girmeye devam ettiğim son senemdi. Ve takip ettiğim son derslerin biri, ilerleyen yaş ve azalan alaycılığın da etkisiyle, tüm diğerlerini geride bırakacak kadar çok ilgimi çekmişti; Siyasal İletişim. Konumuz; millet, siyaset ve medya üçgenindeki dinamikler, statikler, dengeler, çıkarlar, çıkmazlar, etki ve tepkileşmelerdi. Konunun teorisinden başlayıp, pratik çözümlemelere, farklı görüşlere, olay analizlerine, iletişim araçlarının etkilerine geçerek tam dönem süren bir ders yaptık ve ben girdiğim sözlü finalden oldukça yüksek bir not aldım. Dersin öğretmeni prof. Marco Tarchi hem mesleğine hem de öğretmeye meraklı ve bağlı, çoğu zaman renkli papyonlar takan güleryüzlü ama ciddi bir insandı. Kurumlar Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Tarihi gibi sona bıraktığım ve son derece sıkıcı konulardan kurtulup tez konumu düşünmeye başladığım 2007 yılında, seçimler yaklaşıyor, siyasal iletişim mevzusu için güzel bir çalışma alanı beliriyordu. Son sınavımı vermeye Floransa'ya gittiğimde Marco Tarchi'den bir randevu aldım. O zamanlar ne kendisinin politik görüşü ne yazdığı kitaplar ne Türkiye sevgisi ne de sonradan keşfettiğim birçok başka güzel özelliğinin farkındaydım. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ciddi ama yakın bir havada karşıladı beni. Aklımdan geçenleri, Türkiye'de olanları anlattığımda, seçim kampanyasını onun danışmanlığında izlememi ve bir araştırma tezi yazmamı harika buldu. Aylardan Mart'tı, Cumhuriyet mitingleri, Cumhurbaşkanı seçimi ülke gündemini hararetlendirmiş, seçim tarihi belirlenmişti. Bana, kampanya analizleri ile ilgili yazılmış birkaç kitap önerdi. Mayıs ayında Türkiye'yi seçime taşıyan olaylarla ilgili yazdığım ilk bölümü okuduğunda, başta cesaretimi kırmak istemediğini ama ilk görüşmemizde yazmayı düşündüğüm teze biraz da şüpheyle baktığını, ancak ilk bölümü okuduktan sonra harika bir tez olacağını anladığını söyledi...</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Aylarca, çeşitli televizyon kanallarından, farklı görüşteki birçok gazeteden kampanyayı takip ettim. Partilerin miting dokümanlarını, sloganlarını, manifesto, broşür, afiş, gazete ve tv reklamları... Kampanya için kullandıkları ne varsa toparladım. Ortaya çıkarılan polemikleri, liderlerin yorumlarını, medyanın farklı köşelerinde farklı şekillerde bahsedilen aynı haberleri hiç katışıksız toparladım. Ve seçilenin seçildiği günün ertesi yazmaya başladım. Türk seçim kampanyasını İtalya'da anlatacağım için partilerin geçmişlerinden başladım. Geçmiş seçimlerde ietişimlerini nasıl yönettiklerine baktım. Medyanın tüm künyesini çıkarttım, el değiştirenleri, yer değiştirenleri, kazık çakıp yıllarca aynı kalanları yazdım. Bölümleri yazdıkça prof. Tarchi'ye mail atıyordum, o da her bölümün imla ve yazım hatalarını, bazı deyişlerin İtalyanca'larını yeşille işaretleyip düzeltmem için bana geri gönderiyordu. Fikirlerimin ise, bir virgülüne dahi karışmadı. Aylarca, birimiz Türkiye'de hem çalışır hem tez yazar, diğerimiz İtalya'da bir sürü öğrenciyle uğraşır, ders verir, kitap yazar durumda birlikte çalıştık. Ve sonuçta 170 sayfalık bir kampanya analizi çıktı ortaya. Son sözü yazmayı bitirdiğimde bile, bittiğine inanamamıştım.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> 2007'nin Aralık ayında, tezimi jüriye sunacağım, dinlemek isteyen herkese açık salonun kapısında sıramı beklerken, ellerim buz kesiyor, kalbim taşıkardi olmuş gibi atıyor, sürekli sigara içmek istiyor, heyecandan başım dönüyordu. Benim sıram olduğunu haber veren zil çaldığında hemen içeri girdim ve arkamdaki salona bir daha hiç bakmadım. Karşımda, salon kadar eni olan bir kürsü, ingiliz mahkemelerindeki yargıçlarınkine benzer (peruksuz) kostümleriyle 12 tane profesör... Karşılarında, çok küçük, çok genç, inanılmaz yetersiz, tecrübesiz ve cahildim... Adımı sorsalar cevap veremezmişim gibi geliyordu. Sevgili hocam o anda yine bana destek oldu ve söze o başladı, tezimin genel konusunu 3 - 5 dakika süren bir konuşmayla anlattığında ben konuya hakimiyetimi geri kazanmış, konuşabilecek performansa yeniden ulaşmıştım. Bir de ben anlattım, ülkemde neler olduğunu, kampanya sürecinin nasıl geçtiğini, sonuçları, artıları, eksileri, iletişim nasıl kullanıldığını, Türkiye'nin politikasını. Her biri, ilgilerini çeken alanlardan birkaç soru sordu. 45 dakika süren sunum ve savunmamda verdiğim cevapları çok az hatırlayabiliyorum... Anı dün gibi taze ama içerik flu... Dışarı çıkarılıp notumu beklemeye başladım. Zil tekrar çaldı, içeri davet edildim. Komisyon, tezime 6 üzerinden 6 verdi ve beni 'dottoressa' ilan etti. Bugün hala kendimi bundan daha iyi herhangi birşey başarmış hissetmiyorum.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Bu harika bir anı. Güzel bir tez projesi, uğruna gecelerce sabahlanan, tek bir cümlenin karşısında saatler geçirilen, bir kaşımın 3'te 1'ini döktüğüm zorlu bir yazım aşamasının sonunda, yaptığım en güzel şey... Bana yol gösteren, yardımcı olan, fikirlerimi etkilemeksizin ortaya çıkmalarını, düzene girmelerini, yazıya dökülmelerini sağlayan çok önemli biri var bu anıda. Prof. Marco Tarchi. </div><br />
<div style="text-align: justify;"> Kendisi, Mart ayında Galatasaray Üniversitesi'nin ev sahipliği yaptığı bir Eurolarg projesinde konuşmacı olmak üzere İstanbul'daydı. Boğaza, tarihi yarım adaya, Kadıköy çarşısına, lokum ve baklavaya hayran Marco Tarchi, akademik anlamda siyaset bilimciliğin yanısıra 70 ve 80 li yıllarda İtalyan Sosyal Hareketi (MSI)'nin içerisinde aktif biçimde politika yapmış ve 'Yeni sağ' adı verilen akımın İtalya'daki öncüsü olmuş bir Floransalı. Direktörlüğünü yaptığı underground dergi 'La voce della Fogna'nın (Lağımın sesi) İtalyan sağcılarına yönelik eleştirilerinden dolayı öncelikle sağcılar tarafından dışlanmış, tanıştığım en (hatta tek) keyifli sağcı. 70'lerin sonlarında MSI gençlik kolları tarafından kurulan ''Hobbit Kampları'' adlı müzikli, festivalli, şiirli fikir kamplarının kurucularından. Bana da bir kopyasını hediye ettiği son kitabını zamanın hobbitlerinin savundukları fikirler üzerine yazmış, dönemin yazı ve belgelerini derlemiş. Mussolini taraftarı ve hatta neofaşist olmaktan çıkarılmayan 'yeni sağ' akımı, bizim Türkiye'de alışageldiğimiz sağ görüşle pek bağdaşmıyor. Irkçılık ve emperyalizme (özellikle de Amerikan olanına) karşı, gelenekten vazgeçmeyen bir çok kültürlülük anlayışını, ekolojistliği ve federalist düşünceyi öne süren bu sağ görüş ilk olarak Fransız sosyal bilimci Alain de Benoist tarafından sağ-sol çizgisinin dışında olarak tanımlanmış. Bana en enteresan gelen tarafı ise, özellikle avrupalı yeni sağcıların kendilerini hristiyanlıktan uzak görerek 'pagan' nitelendirmeleri. Marco Tarchi de birebir sohpetinde 'keşke bütün sağcılar böyle olsa' dedirtecek kadar hümanist, açık fikirli ve eşitlikçi. Öznel fikrini akademik aktivitesine yansıtmamasıyla da ayrıca saygımı kazanıyor. Tüm zıt fikirlere saygılı, kendi fikrinde ise istikrarlı, analitik düşünceyi ve bilimi herşeyden ön planda tutan gerçek bir bilim insanı.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> İşte benim Mart misafirim o Marco Tarchi. Sabah 10:00'dan akşam 21:00'e kadar İstanbul'un yarısını gezdirip hiç durmadan sohpet ettim kendisiyle. İtalya'da o sırada yaklaşmakta olan seçimlerden, Amerikan parlamentosunun Ermeni soykırımı oylamasından, 80lerin başında Çekoslovakya'ya yaptığı seyahatten, Brezilya'nın ulaşımı olmayan köylerinden, lokumun nasıl yapıldığından, kokoreçin dananın neresi olduğundan, İstanbul'da bir İtalyan üniversitesi açılıp açılmayacağından, farklı baktığımız birçok sosyo-politik düşünce ve akımdan, herşeyden konuştuk. Mart ayımın en ilginç misafiri, en ilginç günüydü.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> </div><div style="text-align: justify;">Bu linkte benim tezim var:</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">http://www.tesionline.it/default/tesi.asp?idt=23917</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bunda ise Marco Tarchi hakkında wikipedik kısa bir bilgi:</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">http://it.wikipedia.org/wiki/Marco_Tarchi</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-7906192359092512222010-03-02T22:32:00.001+02:002010-03-02T23:58:03.193+02:00Büyük Resim<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9a6nsHAZJedY4nIdB41BAOM8t24PouBSSt2NTys2ta4p5VU9VRz6rStPyoFEBDydYAVzg-XjtOlpFpWtp9FdlHZseZChjxThHiIYz_ZXINkk7pE82NwaUAF_xPLcFOCuDN-VBFPKwJsNk/s1600-h/1517402-5-puppeteer.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9a6nsHAZJedY4nIdB41BAOM8t24PouBSSt2NTys2ta4p5VU9VRz6rStPyoFEBDydYAVzg-XjtOlpFpWtp9FdlHZseZChjxThHiIYz_ZXINkk7pE82NwaUAF_xPLcFOCuDN-VBFPKwJsNk/s320/1517402-5-puppeteer.jpg" /></a></div> Görünenin yalan söyleme olasılığını ve gördüğüme inanmadan önce birkaç kez düşünmeyi üniversitede okurken öğrenmiştim. İlk başta çok garip gelebilecek düşüncemi şöyle bir örnekle anlatıyım;</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bir fotoğraf düşünelim mesela, sol tarafta koşan küçük bir çocuk sağda ise tüfekli bir asker, tüfek çocuğa bakıyor. Çocuk paspal, üstü başı dökük, yüzünde korku, hem ağlıyor hem koşuyor. Asker soğukkanlı, gözlerini kısmış kurşunun ilerleyeceği yöne kilitlenmiş. Çıkarılacak sonuç: savaş kötüdür, asker kötüdür, askerler ve savaşlar çocukları öldürür, fotoğraftaki o asker her ne ulvi sebep ile orada olursa olsun o çocuğu öldürmüştür. Atalarımız 'Gözümle görmediğime inanmam' demişler ama bizlere 'gözümle görsem bile inanmam' demek düşer. Zira resmin gerçek boyutunu asla bilemeyiz. Şimdi, aniden, fotoğrafa sihirli bir el veya bir bilgisayar programının değdiğini ve merceğin sola doğru büyüdüğünü düşünelim. Çocuğun sol arka çaprazında, terörist kıyafeti diye adlandırdığımız kostümde, biri elinde silah çocuğa koşuyor ve askerin tüfeği aslında teröriste bakıyor. Çıkarılacak sonuç: terör kötüdür, terörizm bir lanettir, kadın çocuk demeden öldürür. Asker çocukları terörden korur. Fotoğraftaki asker, korkmuş bir çocuğu korumak için teröristi öldürmeye çalışmaktadır. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Gözümüzle gördüğümüz hangi resim olursa olsun inanmamak çok önemlidir. Zaten her iki durumda ve her ne ulvi sebeple olursa olsun savaş kötüdür, silah kötüdür dolayısıyla hem terörist hem de asker kötüdür. Kimin kimden daha kötü olduğunu, en kötünün kim olduğunu tayin etmek ise iyice zordur. Büyük topraklara sahip olan ve mülkiyetini yitirmemek için savaşan müdahaleci emperyalist güçler mi? Yaşadığı topraklarda kendi istediği düzeni estirmek isteyen etnisite teröristleri mi? Petrol peşindeki ekonomik güçler mi? Üç beş tarafa eşzamanlı olarak silah satan tüccarlar mı? Kimdir kötülerin en kötüsü? Fotoğrafın ikinci halini gördükten sonra bile, zavallı küçücük insanın o haline sebep olan nedir anlayamayız. Ne o teröristin neden terörist olduğunu, ne parkta oynaması gereken yaşta bir çocuğun savaşın ortasında kalışını, sefaletini, ne de askeri müdahalenin meşruiyetini anlayabiliriz. Çünkü tüm bunlar, büyük bir oyunu anlayabilmeyi gerektirir ve büyük resim bize asla gösterilmez. Hatta bilinçli olup arasak bile bulabildiğimiz inkarı çok basit komplo teorilerinden öteye geçemez. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Büyük resmin garip isimleri olur çoğunlukla; büyükorasıburasıprojesi, yenimarsdüzeni, ılımlıpagancumhuriyetleribirliği.... Ulvi planlar, kapalı kapılar ardında tartışılır, büyük patronlara danışılır, müzakere sanatının çıkar ilişkileriyle harmanlanmasıyla çok karşıt güçler aynı masaya oturup toprakların veya kitlelerin kaderleri hakkında anlaşmalar yaparlar. Ve biz yalnızca bu ulvi amaçlara giden yolların dünyaya yansıyan mübah ve kısıtlı fotoğraflarını görebiliriz. Savaşlar, darbeler, hileli ihaleler, suikastler, terör, seçim kampanyaları, mahkemeler, soykırımlar hatta bazen 'kaza'lar bile birtakım görkemli planların dünya gerçekliğine yansımasıdır.<br />
<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Dünya'nın oyunları, sahnelenen önceden yazılmış büyük senaryolarıdır bunlar ve kimse kendini hariç tutamaz, refah seviyesi en yükseklerdeki problemsiz sanılan rüya ülkeler bile, planlar öyle yapıldığı için, birilerinin çıkarlarını bir şekilde tatmin ettikleri için bugün bu konumdadırlar, dinamiklerin değişeceği gün ne olacaklarını ise, bilemezler. Dünyanın geri kalanını kendi haline bırakıp, büyük senayolara tarih boyunca malzeme olmuş, büyük fotoğrafların sahnesi olmuş güzeller güzeli coğrafyamıza gelelim. Aktüel durumun fotoğrafı şundan ibaret;</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Birileri tahta seçildi, yıllardır ülkeyi yönetiyor, onların şakşakçıları, yandaşları özelleştiriyor, peşkeş çekiyor, yola devam ediyor, resmen yürüyor.</div><div style="text-align: justify;">Tahttan güdümlü-ekonomiyi düzeltme harekatı sayesinde ülke, suyunu, elektriğini, petrolünü, mısırını hatta domatesini başkalarından alır hale geldi, hergün onlarca yolsuzluk yordamsızlık haberi çıkıyor. Devam eden yolda, kontrol edilemeyen güçlere bağımlılık her gün artıyor.</div><div style="text-align: justify;">Cemaatler popüler oluyor, hadlerinden büyük safhalarda oyun kurucu pozisyonuna geçtiler. Kendi söylemleriyle; cemiyetleşiyor, büyük güçlere oynuyorlar. </div><div style="text-align: justify;">Yargının ve anayasanın bozuk oluşu, çağ dışı oluşu bir yana hukuk devleti olmanın yanından bile geçemeyişimiz diğer yana. Bir dava beş on yıl rafta bekleyebilirken, bir diğerinin gereği gününden önce düşünülebiliyor.</div><div style="text-align: justify;">Tahttan güdümlü-demokratikleştirme harekatı, 'Türkiye'li azınlıklara açılıyoruz' derken ve icraatta hiçbirşeye açılamazken, yabancı yatırımcı onyedi göbek Türkiye'li kürtten, ermeniden halen daha makbul, tüm zamanlardan daha çok imtiyaza sahip.</div><div style="text-align: justify;">Türban takmayı seçen genç hanımlar halen üniversiteye gidemiyor. Ama imam yetiştirmek için kurulmuş okullara, imam olamayacak hanımlar kabul olabiliyorlar. Yani bu hanım kızlar aydınlanma fırsatıyla yaşamlarının hiçbir döneminde karşılaşamıyorlar. Biryandan da, tasvirini yapamayacağım ama artık herkesin ne olduğunu bildiği ikoncanlar çoğalıyor, ekranlar ve plajlar hala çıplak.</div><div style="text-align: justify;">Geçmişte ülkeyi iki tam teşekküllü ve birçok da soft darbeyle sallamış, görkemli tarihine de bir güzel sırtını dayamış silahlı kuvvetler, bugünün sahnesinde mağduru oynuyor. Paşaların darbe yapanları Bodrumda keyif çatarken, niyetlenip de yapamayanları tutuklanıyor. Halk rest beklerken TSK hak veriyor, tepki veremedikçe hükümet karşısında eziliyor. </div><div style="text-align: justify;">Milletin 'Padişahım sen çok yaşa' kısmı durumdan memnun, yıllarca fişlenmiş, ezilmiş, kısıtlanmışlar şimdi devir onların devri, adı da demokratikleşme harekatı.<br />
Muhalif kısmın durumu daha da karmaşık, geçmişinde darbe mağduru olmuş 'eski solcular', kurtuluşu ordudan bekliyor, hatta teorilere göre asker ile ittifak yapıyor, umduklarını bulamıyorlar. Komünizm karşıtlığıyla büyütülmüş ve ya zevk budalalığından apolitik yaşamış kesimler ise sosyal söylemleri dönemi anlatan dizilerden öğrenip hayrete düşecek kadar ilgisiz kalmış, politik olarak hiç yontulmamış, şimdi işin ucu ona da dokununca umudunu nereye bağlasa bilemiyor. Milliyetçiler zaten tek tip ulus-devlet peşinde. Anası yavrusu, sağcısı solcusu muhalefette birlikten eser yok. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bu fotoğrafa göre bölünmez bütünlüğü herşeyin önünde gelen bir ülke, parça pinçik durumda. Eyaletlere, şehir devletlerine hatta ülkelere ayrılmak, birbirini anlamayan zihniyetler kadar birbirinden uzaklaştıramaz, bölemez bir milleti. Şu anın dinamiklerinde; muhafazakar dindar moderne, muhafazakar ulusalcı hükümete, hükümet muhalefetin her çeşidine, cemaatçi cemaat dışındaki herkese, azınlıklar hem muhafazakara hem ulusalcıya hem de orduya, ordu tüm hükümetlere, modern dindara ve şeriatçıya, milliyetçi muhafazakar dindara, özgürlükçüye, azınlığa, herkes herkese, aynı zamanda da birbirine karşı. Yani, 'Herkesin savaşı herkese karşı'*. Bu, anın fotğrafının görebildiğimiz, çekebildiğimiz kadarı, mercek büyürse yanından arkasından neler çıkar, hangi kapalı kapılar ardında nasıl oyunlar oynanıyordur hiç belli olmaz. Yani; içten içten, adice, ideolojik ve kışkırtmalı bu bölünmüşlük hali dahi, bilemeyeceğimiz ve engelleyemeyeceğimiz daha büyük, daha beter senaryoların yalnızca bir perdesi. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">* Bellum omnium contra omni. - Thomas Hobbes</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-24249345958325622592010-02-24T13:38:00.000+02:002010-02-24T13:38:12.725+02:00Balyoz'un Gölgesinde Kalanlar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_i2mZwHFUISG208YVwGlLeTHSK0hUyt5YgCfYoFJiLf27g1H54jb4o1UcPQvB-OUVqKqrNi0y1uVnMPBETLxdoc8Ll2H5XHmNZnSmGluVmUReYvEzID05g89Nuvuem_7Lebyveninzdjp/s1600-h/balyoz.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_i2mZwHFUISG208YVwGlLeTHSK0hUyt5YgCfYoFJiLf27g1H54jb4o1UcPQvB-OUVqKqrNi0y1uVnMPBETLxdoc8Ll2H5XHmNZnSmGluVmUReYvEzID05g89Nuvuem_7Lebyveninzdjp/s320/balyoz.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;">Bu haftaya damgasını vuran, gündeme oturan Balyoz operasyonu. Bir anda tüm ülke, tüm dikkatini bir gazete tarafından ortaya atılan ve belgelerin gerçekliğinin ilanıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin emekli generallerini İstanbul Adliyesine taşıyan darbe planına kilitlendi. Şimdi herkes, yargı depremini, ordu depremini, bu ülkenin nereye gittiğini, paşaların gerçekten darbe planları yapıp yapmadığını, konuşuyor, tartışıyor, hiçbirşey yapamadan izliyor. Doğrudur da, siyasi gündemden haberdar olmak bir vatandaşlık görevidir. Ne yazıkki gündem çoğu zaman vatandaşı mışıl mışıl uyutur. Darbecilik ve yargı konusu ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum ama benim için bugünün konusu, haftanın ilk üç gününü Balyoz altında geçiren diğer önemli haberler, gelişme ve gerilemeler. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><b>-- Berlinale ve Bal,</b> Türk sineması Berlin'de bir altın ayı kazandı. Semih Kaplanoğlu üçlemesinin son filmi ile festivalin en iyi film ve Ekumenik jüri ödüllerini kazandı. Türkiye'de bayram edilmeli, Semih Kaplanoğlu havaalanında bandolar merasimlerle karşılanmalı, herkes bunu konuşmalıydı...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><b>--</b> <b>GDO'lu gıdalar</b> uzun yıllardır Türkiye'ye giriyor ve çeşitli formatlarda satılıyor, alınıyor, yeniliyor. Bunun böyle olduğu geçtiğimiz yıl öğrenildiği için tartışma 'GDO Türkiye'ye girsin mi girmesin mi?' şekline büründü. Nitekim, GDO'lu gıdaların girişini engelleyen yönetmelik mecliste görüşülmek üzere 1 Mart'ı bekliyor, Balyoz yüzünden ertelenmezse tabii. Sağlıklı yaşamı ve beslenmeyi destekleyen sivil toplum kuruluşları ve aktivistlerin bu haftadan başlayarak meclisin önünde sabahlaması, Hindistan'da bile (bu bağlaçı Hindistan için kulanmam belki de anlamsız) yasaklanan GDO'nun ortadan kalkması için eylem yapması gerekirdi. Herkes balyozu konuşuyor. Zaten, şu günlerde elinde kocaman bir patlıcan pankartıyla meclisin önünde 'GDO'ya hayır!' diye bağıran üniversiteli bile Balyoz'dan olmadı Ergenekon'dan içeri alınabilir. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><b>--Soykırım iddiası.</b> Ermeni soykırımı davası önümüzdeki günlerde Amerikan parlamentosunda görüşülecek. Hatta Osmanlılara karşı Ermenileri savunan Amerikan parlamentosu 1894 yılından beri bunu görüşüp duruyor ve genellikle Amerikan başkanlarının sağduyusu ve Yahudi lobisinin çalışmasıyla yasa tasarısı parlamentodan geçmiyor. Önümüzdeki 4 Martta yine Ermeni soykırımı iddiası Amerikan meclisinde. Gündemde konuyla ilgili hiçbirşey yok. Yahudi lobisinin bu yıl tasarının kabul edilmemesi için çalışmayacağını tahmin etmek zor değil ama basının kuytu köşelerinde bir iki satırdan fazla yer tutmuyor, uzun bir internet araması yaparsanız bazı kaynakların beklenen sonucun 21'e 25 oyla tasarının geçmesi olduğunu görebilirsiniz. Ben soykırım yapıldı mı yapılmadı mı bilmiyorum, bu konuda hangi kaynakçanın daha güvenilir olduğunu da kestiremiyorum ama içişlerimizin amerikanize edilmesi hoşuma gitmiyor. İki komşu ülkenin daha da ötesi, dinen Ermeni Türkiyelilerin olduğu bir ülkenin içişlerine 10 saat uçuş uzaklığında çözüm aranması son derece saçma geliyor. Konu neredeyse bir yüzyıldır sürüyor ama istendiği zaman, daha önemli devlet meseleleri olmadığı zaman gündemde, önümüzdeki haftaki oylama ise balyoz altında. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><b>--Teğet geçen krizin bedeli ağır olacakmış</b>. Başbakan bizzat kendisi, bu hafta başında bu söylemde bulundu. Geçen sene 'Korkmayın kriz teğet geçecek' diyen aynı başbakan, zira arada seçim, vefat ve ya darbe yaşanmadı. Kriz teğet geçti mi gerçekten bizi? Evet bazı kesimleri. Nasıl oldu bu? Bazı vergilerde indirim yapıldı, bazılarında artış yapılmadı, istihdam desteği yapıldığı söylendi, zamlar vicdanlı tutuldu, vs... Yani bir devletin kriz anında ekonomiye müdahalesi gerçekleşti. Peki bedeli nasıl ağır olucak? 0.5'e indirilen alım-satım vergisi mesela 3.5 e çıkarılacak, KDV'nin üzerinde binen ÖTV'ye, doğalgaza elektirğe, suya geçen sene yapılmayan zam oranlı faiziyle birlikte gelecek. Yani sevgili devlet amca, geçen yıl aldığı önlem paketini bu yıl burnumuzdan getirecek. Mağdur kim olacak, plaza, gemi, fabrika sahipleri değil, işçiler, memurlar, üniversite mezunu işsiz gençler. Teğet geçen şeyin bedelini devlet amcaya geri ödeyeceğiz.<br />
<br />
İşte, balyozla uğraşırken gündemden düşenler, en azından benim basında yeterli yeri bulamadığını düşündüğüm önemliler bunlar. Kimbilir bu sefer gündem oyalamacasının altında daha başka neler var, balyoz altından hangi yasalar geçiyor, ihaleler yapılıyor, yabancılara hangi ödünler veriliyor. </div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-83394944237933143852010-02-21T19:51:00.000+02:002010-02-21T19:51:31.286+02:00Görünmeyen<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh17OmpYOm2ISBmz2TaiYjf5H9HjQ9_cco2yI_mkiihvmIf3ATrfmFTLy441rLiyvtfaqR-biZoLzlrnmpj113jqldm525sLzeZvBwqq3MHbgmpq2EFX58vRpUR8f7F7bNKESkwc18pePDk/s1600-h/pauli.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh17OmpYOm2ISBmz2TaiYjf5H9HjQ9_cco2yI_mkiihvmIf3ATrfmFTLy441rLiyvtfaqR-biZoLzlrnmpj113jqldm525sLzeZvBwqq3MHbgmpq2EFX58vRpUR8f7F7bNKESkwc18pePDk/s320/pauli.jpg" width="206" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Blog'umu okuyanlar Auster ile nasıl tanıştığımı, en sevdiğim yazarlardan biri olduğunu gayet iyi biliyordur. Düzenli olarak aldığım 'idefix'te bu hafta maili' geçtiğimiz haftalarda Paul Auster'ın Görünmeyen adlı yeni bir roman yazdığını söyledi. Ben de 12. Auster romanımı hemen sipariş ettim. O sırada 300lü sayfalarına gelmiş olduğum Kazanan Yalnızdır'ı bırakamadım ama, sayfaları daha hızlı çevirmeye başladım ve arka kapağı kapatmamla Görünmeyen'e başlamam bir oldu.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Aslında, çok tipik bir Auster romanı olan Görünmeyen'in başrolünde Columbia Üniversitesinde Edebiyat okuyan, şiirler yazan ve Fransızca'dan çeviriler yapan Adam Walker var. Okuyanlar bilirler, birçok Auster romanında başrolde bir yazar ya da akademisyen vardır ve ya olmak isteyip de olamamış biri. Roman içerisinde, birden fazla hikaye, garip tesadüfler, şüphe, belirsizlik, tarafsız taraflar, ölüm, cinayet, kısacası herşeyden biraz var. </div><br />
<div style="text-align: justify;">Dünyaca ünlü bir yazarın, ölüm döşeğindeki, kırk yıldır görmediği üniversite arkadaşı Adam'dan, içerisinde 1968 senesini anlatan bir roman denemesinin ilk bölümünün bulunduğu bir mektup almasıyla başlıyor kitap. Adam'ın hikayesi, ilkbahar, yaz ve sonbahar adlı üç bölüme ayrılmış. Yazar, Sonbahar'ı Adam'ın ölümünden sonra okuyor ve hikayenin diğer karakterlerinin peşine düşüyor. Yazılanların çoğu doğru, ama bazı gerçeklere ulaşmak artık mümkün değil. Roman, arkadaşından gelen hikayeye diğerlerinin hikayesini ekleyip isimleri değiştirerek yayınlayan bir yazarın hikayesi. Aslında Adam'ın kendi hikayesi. Her karakterin kendi romanları içiçe geçmiş Görünmeyen'de. Adam hikayenin ilk bölümünü birinci tekil şahışı kullanarak, 'Yaz'ı ikinci tekil şahsın ağzından, 'Sonbahar'ı ise üçüncü birini anlatır gibi kısa ve kopuk cümlelerle yazmış, yazarda olduğu gibi paylaşmış. Hikaye Adam'ın hayatına girmiş kadınlardan birinin günlüğüyle tamamlanıyor, Adam'ı tanımasının üzerinden 40 sene geçtikten sonra yazdıklarının olduğu gibi aktarımıyla. Bu mektupları alan yazar Auster'ın kendisi olabilir mi diye düşündüğümü itiraf etmeliyim, zira tüm romanlarında olduğu gibi, gerçek ile hayal içiçe geçmiş bütünleşmiş. Okuyucuyuda hayali gerçek sanmaya itiyor.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Anlatıcının her bölümde değişmesi, kısa cümleli bölümün bile bir ustanın elinden çıkması çok etkileyici ama henüz okumamış takipçilerime, daha fazla ipucu vermeden kitabın, diğer herşeyin ve altını çizdiklerimin yanısıra, beni en çok etkileyen sahnesini anlatarak yazımı bitiriyorum.</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Adam'ın aslında mutlu bir ailesi var. Güzel, neşeli bir anne, çalışkan bir baba, bir yaş büyük ablası Gwyn ve en küçük kardeşleri Andy. Ancak, tüm bu harika aile tablosu Andy'nin yedi yaşında gölde boğularak ölmesiyle altüst oluyor. Özellikle anne, bu dramayı kaldıramıyor ve suçluluk duygusuyla hem neşesini hem de akıl sağlığını ebediyen kaybediyor. Aile tarihini, hepsinin hayatlarını, Adam ile Gwyn'in karakterlerini değiştiren bu olaydan sonra evde mutlak bir yas hali, hıçkırık ve antidepresanlar hakim. Anne odasına kapanıyor, baba ise eve dönmemek için gece gündüz çalışmaya başlıyor. Küçük bir çocuğun ölümü, bir annenin yavrusunun acısı kitaplarda, filmlerde hatta gerçek hayatta alışılmış bir trajedi ama Gwyn ile Adam'ın kardeşlerinin hatırasını saklama biçimi çok ilginç. Özellikle de genç yaştaki yakın birini kaybedenler için çok çok anlamlı; Anne babasız iki çocukmuş gibi, birbirleriyle yalnız büyüyen Adam ile Gwyn, kardeşlerinin her doğumgünününde buldukları bir kek yada kurabiyenin üstüne bir mum dikip kaybettikleri kardeşlerinin yaş gününü muazzam bir anma törenine dönüştürüyorlar. Çocukluklarında oluşturdukları ritüele göre Andy'yi anmanın üç farklı bölümü var. Birinci bölümde küçük kardeşten 'di'li geçmiş zamanda bahsediliyor. Çocukluğunda nasıldı, nelerden hoşlanırdı, konuşmaya yeni başladığında nasıl komik cümleler kuruyordu, bisiklete binmeyi nasıl da zor öğrenmişti. İkinci bölümde ondan şimdiki zaman kipinde bahsediliyor. Andy onyedi yaşında, yaş farkları artık önemsizleşmiş, hangi üniversiteye gideceğini düşünüyor, bir kız arkadaşı var. Üçüncü bölümde ise, Andy'den gelecek zamanda bahsediliyor, bir yıl sonraki doğumgününe kadar ona neler olabileceği düşünülerek, ona hayali bir gelecek yaratılıyor... Andy'nin hayatta geçirdiği yedi yıldan daha uzun bir süre, her yıl aynı merasimle onun anısını canlı tutmaya çalışıyorlar. "......<i>Yine de her yıl ondan birşeylerin kaybolduğunu; unutmamak için gösterdiğiniz bütün çabaya rağmen aklınıza gelenlerin azaldığını, onun silinip gitmesini durdurmaya gücünüzün yetmediğini hissediyorsunuz...."</i></div><div style="text-align: justify;"><i><br />
</i></div><div style="text-align: justify;">Görünmeyen'i almak için: </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">http://www.idefix.com/kitap/gorunmeyen-paul-auster/tanim.asp?sid=F7GTJRFFA127WJF85PPG</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">veya,</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">http://www.canyayinlari.com/BookDetails_GORUNMEYEN_2644.aspx</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-44225285304382158342010-02-07T22:30:00.000+02:002010-02-07T22:30:16.504+02:00İmkansız Empati - Empati İmkansız<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNq55_bbWAH-XGrK6L0MxfXNKCsCbfqac9HoDFDuHx_Ll-f5vlBK7OGfErKZLFqabkSfJiKaemLwhEZnwwhttJelaY_BkSriqZ_KKV4HtLcCDK0pJnWqeNmTdWkaqDI_n3vrAXufF3dHSJ/s1600-h/empati.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNq55_bbWAH-XGrK6L0MxfXNKCsCbfqac9HoDFDuHx_Ll-f5vlBK7OGfErKZLFqabkSfJiKaemLwhEZnwwhttJelaY_BkSriqZ_KKV4HtLcCDK0pJnWqeNmTdWkaqDI_n3vrAXufF3dHSJ/s320/empati.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> <span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">Empati; yani kişinin kendini bir diğerinin yerine koyup, onun bakış açısından bakması. İyi niyetli olunduğunda, şahsi veya toplumsal durumlarda, diğerinin yaptığı birşeyi neden yaptığını, hayata onun gözlerinden bakarak anlamaya çalışmak. Karşılıklı konuşma anında, onun tarafını da anlamak. Kavga anında tarafsız taraf olmak. Bence, geliştirilebilir bir yetenek, hatta bir meziyet...</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Dokuz yaşında bir çocukla konuşurken, dokuz yaşında. Babayla konuşurken baba. Sevgiliyle konuşurken, o. Bir dostla tartışırken, seni seven biri. İmamla, dindar. Başbakanla, güç sahibi. Ermeni ile azınlık. Polisle, memur... Karşındakinin haline bürünür, nabza göre şerbet verir gibi değil ama. Karşındakinin farklı algısına ve görgüsüne, maksimum anlayışı göstermek gibi. Onun nedenlerini anlamaya çalışmak gibi. O nedenlere sahip olma durumunda yapabileceklerini karşındaki yaptığında, buna anlayış göstermek gibi. Olduğun gibi kabul görmeyi beklerken, diğerlerini de oldukları gibi kabul etmek, karşıt fikirlere saygı göstermek gibi...</span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span><br />
<div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Her durumda mümkün mü empati yapmak? Çoğu durumda çok zor, hatta bazılarında imkansız... Özellikle de zeka farklılıkları, konum farklılıkları vizyon farklılıkları sözkonusu olduğunda. Dokuz yaşındaki kardeşimle konuşurken, her ne kadar dokuz yaşımda hissetmeye çalışsam da mümkün mü onu tam olarak anlayabilmem. Onun yaşını yaşamış olduğum düşünülürse, anne babama empati yapmamdan daha kolay belki. Yine de, ben o değilim ki, onun ne düşündüğünü tam olarak bileyim...</span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span><br />
<div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Cüppeli Ahmet Hocaya empati yapmam münkün mü mesela? Aynaya baktığımda kendimi o sarık, cüppe ve sakalla gördüğümü, aşırı dindar bir kimsenin hergün yaptıklarını yaptığımı, ona göre bir konuma konuşlandığımı ve ona göre vaazlar verdiğimi, yazılar yazdığımı düşünmek. Ve öyle bir durumda yapabileceklerimi anlayarak ona anlayış göstermek... mümkün mü? </span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span><br />
<div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Geçen hafta televizyon da Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı, 'Özgürlükleri kısıtlamaya devam ettiği müddetçe laikliğin kaldırılmamasının düşünülemez' olduğunu söyledi. İyi niyetli biçimde empati yapmaya uğraştım. Sağcı ve muhafazakar karakterli bir hukukçu olduğumu düşündüm -sol fikirli ve gerçekten özgürlükçü bir kimsenin din ile devletin eşvalörlü birlikteliğini ihtimal dahiline alamayacağını düşündüğümden- bu isimdeki bir derneğin başkanı olduğumu. Tamamen tarafsız bir mantık yürüterek bu söylediği yargıya varmaya uğraştım. Tümden gelen, tüme giden, analitik, empirik, dogmatik mantığın hiçbir şekli ile bu sonuca varamadım. Anlama gerçekleşmeyince, empati de mümkün olamadı. İstedim de üstelik. ''Şunu düşündüm, o bunu getirdi. Şöyle de bir durum mevcuttu, bunu ona uygulayınca şu kısıtlandı ve ben de bu sonuca vardım'' gibi bir anlatımı duymayı, ya da yalnızca anlayabilmeyi. Ne kadar kurgularsam o kadar uzaklaştım, laikliğin özgürlükleri kısıtladığı fikrinden. </span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Empati güzel ve önemli birşey. Diğerini anlamak için. Konulara çok taraflı yaklaşmak için. Diğer açıları görebilmek, hatta öngörebilmek için. Karşıt fikirli birileriyle önemli konuları tartışırken, fikrini savunmayı saygılı biçimde başarmak, karşıt fikri sinirlenmeden dinleyebilmek için. Çok kültürlü toplumlarda, barış içerisinde yaşayabilmek için. Tüm ulvi ve sosyopolitik meseleleri bırakın, günlük hayatımız için. Tramvayda, metroda karşılaştığımız insanlara önyargısız yaklaşabilmek için. Gençlerin çılgın fikirlerine, yaşlıların geleneklerine isyan etmemek, sağduyulu ve uyumlu olabilmek için. Karşımızdaki fikrimizi beğenmediğinde ona yine de saygı duymak, hemfikir olmama özgürlüğünü kısıtlamamak için.</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Diğer bir yandan ise, içinde yaşadığımız ayırımların arasında imkansızın kısa adı, empati. Mesela ben, 30 derece sıcaklıkta, nasıl ve hangi düşünceyle, hangi şeye tapınmak amacıyla bir kadının, kendini simsiyah bir örtünün altına hapsedebileceğini anlayamayacağım, hayata hiçbir şekilde o göz-burun-ağız aralığından bakamayacağım. Çocukluğunda neler öğretilerek bu zihniyete vardığını, hangi çevrelerde bulunarak bunu benimsediğini, nasıl olup da isyan etmediğini, böylesi bir inancın insana nasıl bir psikoloji verdiğini kavrayamayacağım. O da hiçbir şekilde beni, yazın açık saçık elbiselerle, kışın fötr şapkayla dolaşmamı, karşı cins ile hemcinslerim kadar yakın arkadaş olabilmemi anlayamayacak, paylaştığımız aynı şehre benim gözlerimden asla bakamayacak. Saygı çerçevesinde birarada olabilecek miyiz? O da belirsiz... Ben kendimden emin olsam da, herkese eşit davranmayı ilke edinsem de, mini eteğime karışmayan tüm cüppeli, çarşaflı, sakallılara saygı duyabileceğimi düşünsem de, uzun vadede anlaşamayacağımızı hissedebiliyorum. En büyük uzaklığın birbirini anlamayan iki kafa arasında olduğu boşuna söylenmemiş. İnsanları iyi ve kötü harici hiçbir şekilde ayırmayan, sınıflandırmayan, kimseye biri diye, öyle diye ve ya birinin birşeysi diye farklı davranmayan ben bile, bir </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">biz</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> bir de </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">onlar</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> olduğunun bilincindeyim. Malesef. Üstelik </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">biz</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">'ler ve </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">onlar</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> birer tane de değil. Birbirini asla anlayamayacak zihinler topluluğu artık yaşadığımız ülke, ülkemiz. </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">Biz</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">lerin ve </span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">onlar</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">ın ülkesi. </span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Çok zor artık birbirimize empati ile yaklaşmak, centilmenlere yakıştığı gibi düşmanlara bile saygılı davranmak. En önemli empati görevi yöneticilerimize düşüyor, ama onlar bile becerip örnek olamıyorlar. Centilmenlik yüzyıllar geride kalmış sanki. İşsiz, sosyal güvenliksiz, evsiz kalan işçilerin açısından bakabilir mi? Türkiye'de Alevi ve ya Ermeni olmayı anlayabilir mi? Muhalefet liderlerinin savundukları ile anlayışlı-saygılı biçimde savaşabilir mi Başbakanımız? '</span><i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">Küçüksen ölürsün, birleş market kur</span></i><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;">' dediği küçük esnafın bakış açısını nereden bilir ki. </span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span></div><div style="text-align: justify;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Verdana, sans-serif;"> Birçok kültürün, birçok sınıfın, inancın, inançsızlığın, vizyonun adeta birbirine geçmiş, dolanmış, dolaşmış, birbirine yaslanmış, kaynaşmadan bir olmuş biçimde yaşadığı ülkede yöneticilerimiz bile yap(a)mıyorken, hangimiz empati yapabiliriz ki bir diğerine? Ancak, görmemezlikten gelmeyi beceririz. Kabul etme, Yok et! Sakallı amcanın yanımdan geçerken bakmamaya, ben yokmuşum gibi davranmaya çalışması gibi. Anlamaktan korktuğumuz fikirleri yok saymak gibi. Hükümet muhalefeti, Sağlık bakanı öğretim görevlisi doktorları, özelleştirmeler işçileri, biz onları, onlar bizi, diğer onlar diğer bizleri, herkes herkesi görmezden gelir ancak, anlamaya çalışmaz yola devam eder... Yokmuşgibiler toplumu.</span></div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-44357056166479103882010-01-14T12:55:00.000+02:002010-01-29T16:33:59.391+02:00Politikanın Evrimi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz7I7LNsgVSCBddr9Xsy3i8Pwj48drYz3g6FaEDW8tlMRMI8HVYk6P8zAz2jt_fkrYx-7TIJg4LlioPBxIz-pvYtm9ZNmpSFti12uYhOAbar7pBP9mgPHoh4nW_XKyrZ3BLvc5t_KiIfqx/s1600-h/Human_an_Political_Development_by_b.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz7I7LNsgVSCBddr9Xsy3i8Pwj48drYz3g6FaEDW8tlMRMI8HVYk6P8zAz2jt_fkrYx-7TIJg4LlioPBxIz-pvYtm9ZNmpSFti12uYhOAbar7pBP9mgPHoh4nW_XKyrZ3BLvc5t_KiIfqx/s320/Human_an_Political_Development_by_b.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;">Politikanın tarihi insan kadar eskidir. Tarih boyunca insan, primitif ve ya modern birşekilde hep politik olmuş, politikacılar hep varolmuş, düşünürler politikaya değişik vizyonlardan bakıp değişik tanımlarını ortaya çıkarmışlardır.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İlk tasviri yapan Aristo, antik Yunan kentleri 'Polis' lerin yönetimine atıfla, ''t<i>oplumu kolektif iyilik adına yönetmek</i>'' anlamına geldiğini söylemiş politikanın. ''<i>Toplumları yönetme sanatı</i>''dır denilmiş... Birçok düşünürün farklı tabirleriyle geçen yüzyılların birinde Machiavelli Prens'in nasıl olması ve ne yapması gerektiğini anlatarak siyasete ilk bilimsel yaklaşımı yapmış, o zamanın vizyonuyla tabii ki. O zamana kadar sanat gibi göreceli olarak yaklaşılan politika, böylelikle bilim mertebesine yükselmiş, branşları, metotları, çeşitleri tartışılmaya başlanmış. Yine de bazı açılardan hep göreceli, yoruma açık olmuş, hatta gün gelmiş yorumun ta kendisinden ibaret olmuş.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bir başka tanıma göre '<i>güce sahip olma savaşı, gücü kullanmanın meşru biçimi'</i>dir, politika. Bu tanım da güçten ne anladığımıza göre değişkenlik gösterir. İnsan üzerinde meşru biçimde güç kullanabilen tek varlığın devlet ve onun yönetim mekanizması oluşu mutlak bir gerçektir ama uygulanan gücün ve meşruiyetin tanımı herşeyi değiştirebilir. Anarşist-pesimist düşünürler bu gerçeği terörün tek meşru uygulayıcısı tanımına dek sürdürmüşlerdir, zira devlet ve politika meşru kuvveti ile insanın eline silah verir, ordular kurar, insanın başına polisten bekçiler diker. Hizmet verse de vermese de vergiler ödetir, yani her anlam da güç kullanır.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Efsanevi ve çok tartışılan bir başka tanıma bakacak olursak; antik Yunanca'dan gelen ''politika'' kelimesi, poli; çok ve tika; yüz kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Yani, ''çok yüzlülük'' demektir. Çok yüzlüdür politika da politikacı da. Zaman ve mekanın şartlarına göre farklı yöne döner yüzünü, yani, istisnalar hariç, kaypaktır. İçindeki gerçeği saklamalıdır politikacı, bir yönü vardır ama, çoklukla devrin adamıdır.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bir meslek olarak baktığımız da politikacılığın başarı ve başarısızlığı tek bir kıstas ile ölçülemez. Çünkü muhalefet de, totaliter rejimler dahil, her zaman var olmuştur, gizli ve ya açık haliyle. Lider olmalıdır politikacı, hitabet sanatını yönetmekten daha iyi bilmesi yeterlidir çoğu zaman. Bilimsel anlamda karizmaya sahip olmalıdır. En demokratik rejimde bile otoriter olmalıdır, bir devleti yönetmeye soyunan kimse. Monarşi ve hanedanlarda ruhani ve ya tarihi bir meşruiyet ile tahta geçen yönetici halkını korumalı, güvenliğini sağlamalı ve karnını doyurmalıdır ama demokrasilerde liderlik vasfı daha da ön plana çıkar. Öncelikle, seçilmelidir çünkü. Üstelik, seçilmek mesleğinin zirvesi, başarı göstergesi olmadığı halde.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Politikanın ana teması ve genel geçer dinamikleri tüm zamanlarda böyle olmuştur ama iletişim çağı çok derin değişiklikler yapar politikada ve politikacıda. Kitle iletişimin devreye girmesi, nice devrim ile süslenmiş politik evrimin dönüm noktasıdır adeta. Antik Yunan'da sarayın balkonundan halka hitap ederdi politik insan, yönetici. Feodal derebeyler meydanlarda, kral ve padişahlar fermanlarla iletirlerdi halka diyeceklerini. Kitle iletişimi, radyo, televizyon, her çeşidiyle basın işin içine girdikten sonra bambaşka oldu politik hitabet sanatı. Kalıcı oldu, yıllar sonra bile o gün o meydanda söylenenler hatırlandı, yapılanlar ve yapılmayanlar unutulamadı. Yaygın oldu, dünyanın diğer ucuna anında ulaşmaya başladı. Ama asıl önemlisi, yönetici ile halkın arasına mesaj taşıyıcı bir filtre girdi. Hitabet kademeli hale geldi, meydanlarda konuşan lider, basın toplantılarını tercih etmeye, söylemlerini medya uzmanlarına yazdırmaya başladı.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Sahneye adı üzerinde bir 'aracı' olarak çıkan medya, zamanla siyasetin dördüncü kuvveti haline geldi. Gündemi aktarırken, gündem belirlemeye, yandaş ve ya muhalif oluşu farketmez, güç sahibi olmaya başladı. Rant ve güç adına, kitle iletişim kanalı sahibi olan karanlık ve diğer işleri bilinmez medya patronlarından bahsetmeyeceğim bile. Politik söylem ve faaliyet has ve saf olarak değil de yorumla aktarılmaya başlandı. Farklı haber kaynaklarından okuyunca başkalaşan, kafa karıştıran aynı olaylar gibi... Çok da haksız değildi aslında medya ve mensupları, karşılarında haberi okuyup kavramak, işin özünü anlamak isteyen değil, yorumu okuyup inanan, veya inanmayan, halklar vardı. Kavramaya değil inanca önem verdikçe anlama yetilerini yitirdiler.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Halka çoğunlukla bilgiyi değil haberi ileten medya, halkla birlikte politikacıyı da eline geçirdi. Söylemini, geçeceği filtreyi, alacağı yorumu öngörerek yapmasına sebep oldu. Manşetin karakter sayısına göre sloganlar atıldı, sayfa düzenine göre fotoğraflar verilmeye çalışıldı. Dolayısıyla politikacı da değişti, değiştirildi. Hitabet sanatından, propagandaya, liderlik vasıflarına, yönetim kapasitesine kadar tüm karakteristik dinamikleri başkalaştı. Ekran da nasıl göründüğü önem kazandı. İdeolojilerini temsil eden siyasetçilerin yerine, iyi bir takım elbise ve pişkin bir gülümsemeyle iyi medya satın alma yapabilen, şirket yönetir gibi devlet yöneten politikacılar geldi. Politikacılar medyatikleştiği gibi, her medyatikleşen de politikaya atılmaya, siyasi söylemlerde bulunmaya başladı.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Evrimi sırasında ruhani liderler, kişi bazlı politikalar, siyasi partiler gören siyaset, bugün medya-politika diye adlandırılan bir yapıya kavuştu. Uluslararası literatürde media-politics denilen ama bu şekliyle Türkçe'ye çevirildiğinde basın yayın kurumun politik çerçevesi gibi gözüken bir terim bu. Güç savaşının iletişim çağındaki tasviri. Hem de, adının yanıltabileceği gibi, tüm siyaset sahnesinin, kitle iletişimi vasıtasıyla ve açıklıkla kitlenin gözleri önünde oynandığı bir savaş da değil. Kapalı kapıların, derinliklerin, meçhullerin, tüm kasvetleriyle varolmaya devam ettiği, korkutucu yepyeni dinamikler tarafından yönetilen, aracısından aktörüne herkesin gücün peşinde olduğu bir savaş. 'Toplumu kolektif iyilik adına yönetmek' gibi iyimser ve masum bir kavramdan gelerek bir show sahnesine dönüşen yönetim ilminin yeni yüzü, yönetici sınıfı kitle ile yakınlaştırır gibi gösterip kandırıyor insanı. Oysa, birey ile devlet, birey ile politika her geçen gün birbirinden uzaklaştırılıyor. Çünkü, mesajı yaymak kolaylaştığı gibi, suni gündemlerle, asparagaslarla halkı oyalamak da kolaylaşıyor.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Politikanın evrimi, dünyanın farklı yerlerinde farklı güzegahlar izlemiş, bazı yerlerde devrimlerle yüzyılları atlamış, bazılarında ise atıl ve çağ dışı kalmış, evrilememiştir. Ama, iletişimin büyük etkisini, katkı ve darbesiyle birlikte, her yerde, her rejimde hissetmiştir. Geriye dönüşü olmayan tüm akımlar gibi, ne teknoloji ne de iletişim bundan sonra geri durmayacak, politikadan elini ayağını çekmeyecektir. Ve insanın kanmamasının, kandırılmamasının, güdülmeye izin vermeden toplum içinde varolmasının, özgün bir siyasi fikre ve duruşa sahip olmasının tek yolu bireysel bilinçtir. Yönetici sınıfı, siyaset sahnesi ve medyanın karşısında her gün küçülen, küçültülen, değersizleşen ve değersizleştirilen bireyin, tek çıkar yolu kendi kendini bilgilendirmek, merak ve araştırmadan vazgeçmemek, bilgi ve haberi kaynağından almaya çalışmak. Kendine değer veren, eğitimli ve bilinçli insan için teknoloji muhteşem bir araçtır.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-66647270267501040692010-01-04T23:51:00.000+02:002010-01-29T16:34:55.655+02:00Yılbaşı Zamanı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGwh9asCvSzrkcolXGA6qJA_HEx3V7eJWUL8f-c2kvmhNbx3v8oWrhWiGDvD7ZQfai57re8pGs15PWumLamcFDJpBRbEzDEP3fFBUXEQEHLjWhwsqap01bfL0NgYK66cU0376jXGw0GiO6/s1600-h/lombra_del_tempo_1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGwh9asCvSzrkcolXGA6qJA_HEx3V7eJWUL8f-c2kvmhNbx3v8oWrhWiGDvD7ZQfai57re8pGs15PWumLamcFDJpBRbEzDEP3fFBUXEQEHLjWhwsqap01bfL0NgYK66cU0376jXGw0GiO6/s320/lombra_del_tempo_1.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"> Gregoryen takvime göre bir yıl daha bitti. Yılbaşı kabul ettiğimiz 1 Ocak geldi, sene değişti.. Ajandalar bitti yenileri geldi... Defterler kapandı yenileri açıldı... Davalar, kavgalar bir günlüğüne zaman aşımına uğradı.</div><div style="text-align: justify;"> 1 Ocak 2009 geldiğinde de 2008'i bitirmenin sevincini, 2009'u karşılamanın umudunu yaşamış 3'ten geriye saymış, gece yarısını karşılamış, saçmaca sevinmiştik. Daha dün gibi...</div><div style="text-align: justify;"> Güneş 365 kere daha batıp yeniden doğacak. 2011'i karşılayacak, sevinecek, ajanda değiştireceğiz. Bugün de geçmişe karışacak, dün gibi kalacak...</div><div style="text-align: justify;"> Adını zaman koyduğumuz, parçalarına kendimiz ayırdığımız, bölümlerini adlandırdığımız 3 boyutun artı biri, hiç durmayacak. Küçüksek, bir an önce geçsin isteyeceğiz, sanki vakti gelecek birşey varmış gibi... Büyüdüysek, yavaşlasa diyeceğiz. Bazen hiç geçmiyo gibi gelecek, bazen se deftere atılan çiziklerden bile yavaş gelecek.. O hep zaman olacak, takvim ile, saat ile ölçtüğümüz... Sadece bizim olan. Kediye birşey farkettirmeyecek yılbaşı... Güneşin saklanışı ve yeniden doğuşuyla, mevsim ile ilgilenecek o... uyuklayan vücudu, üşüyen teni, dolunayda kaçan uykusuyla... Günlüğün yapraklarını çeviren, 1 Ocak'a yılın başı diyen bir tek biz olacağız tüm zamanlarda. Bizim için var olacak takvim, yılbaşı, ışık hızı, gelecek, zaman makinası, dün, geçen sene ve iki yıl sonra. Ölçebilelim, aramızda anlaşabilelim diye...</div><div style="text-align: justify;"> İnsan beyninde oynanacak zaman oyunları, beş sene öncesi dün gibi gelecek... Üzdüysek ve üzüldüysek maziye kilitlenecek. Önemli birşey bekliyorsak, beş ay öncesi nasıl 'daha dün' ise, o gün de yarın kadar çabuk gelecek. Hep göreceli kalacak zaman, takvimden, saatten bile karmaşık... Fiziksel varlığı kanıtlanmadan önce ölçülmeye başlanan tek temel kuram; insan zamanı...</div><div style="text-align: justify;"> Kelebeğin 24 saatlik ömrü yetmeyecek yeni yıla sevinmeye... Dünya, 4404 milyar yılın başını sonunu farketmeyecek bile... İnsan sevinecek 365 günde bir, elinde bahanesi... Gülüp, eylenecek, umutlarını canlandıracak, hediyeler alacak sevdiklerine, yeni yıl geldi diye...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Hoşgeldin 2010!</div><div style="text-align: justify;"><span style="color: #666666; font-family: Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: small;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 12px;"><span style="color: black; font-family: Times;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br />
</span></span></span></span></div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-74434325247445883572009-12-24T18:09:00.000+02:002010-01-29T16:35:33.885+02:00Tüm Zamanların Hikayesi ve Avatar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Orta okul birinci sınıftayken Laura Orvieto'nun 'Dünya'nın Hikayesi'nin Hikayeleri*' adlı bir kitap ile başlamıştık İtalyanca okumaya. Adından asla anlaşılamayacağı ve 12 yaşındaki bizlerden de anlamamızın beklenemeyeceği gibi basitleştirilmiş bir dille yazılmış bir mitolojik hikayeler antolojisiydi kitap. Belki de, Roma ve Yunan mitolojilerinin bir karmasıydı. Hikayeleri tam olarak hatırlamam mümkün değil ama; Truvalı Helen'le, Aşil'le, Ulisseyle, Poseidon ve Agamemnon ile ilk karşılaşmam olduğunu hatırlıyorum. Dünya'nın en eski hikayelerini anlatan antolojide; sırtından vurulan krallar, aşk uğruna ölümsüzlüklerini kaybeden tanrılar, itilip kakılan isyan eden köleler, insafsız kötüler, zulüm, korku, aşk, ihtişam, kandırmaca... Akla gelebilecek tüm hikayeler vardı. Ve hepsi de aslında tek bir hikayeyi anlatıyordu; dünyanınkini... Özetle ve mecazen herşey zaten tarihten bile önce olmuştu... </span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Her kişi mutlaka bir diğerinden farklıdır ve her kişinin detaylarında özgün bir hikayesi vardır ama genele bakacak olursak; temel hikaye, ana fikir, ulvi amaçlar hep aynıdır. Dünya; para, tükenen kaynaklar, güç, din ve toprak savaşları, ihtiras, hırs, teknoloji, yemek ve aşk üzerine kurulmuştur, yunan tanrılarından, osmanlı padişahlarına, üstün yetenekli bilgisayarlara, astronotlara, nükleer savaşlara kadar hep böyle gelmiş, hep de böyle gider. Tüm hikayelerin birbirinden farklı başrol oyuncuları, kazananları, kaybedenleri, sahneye koyanları vardır ama, kurgu nihayetinde hep bir diğerine benzer.</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Yaratıcı edebiyat ile dünyevi hikayelerin alakası ise bir yumurta-tavuk kısır döngüsü. Okuduğumuz ve seyrettiğimiz tüm yaratıcı ürünlerin arasında 'Gerçek bir Hikaye' olanlar olduğu gibi, gerçeklerin arasında 'Film gibi' ler de var. İlk çağlardan kalma anıtlar yorumlandı, üzerlerine destanlar yazıldı, destanlar film oldu ama, insanoğlu uzaya ilk kez beyaz perdede gitti. Edebiyat ve sinema zaman zaman hayata öncülük etti zaman zaman da hayattan çalıp kopyaladı.</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Geçtiğimiz günlerde, haftalardır basının her köşesinde yer kaplayan dünyanın en pahalı filmi Avatar'a, yeni bir dünya görmek, 3 saatliğine dünyevi herşeyden kopup bir yaratıcılık başyapıtı seyretmek için gittim. Ve görsel yaratıcılığa gerçekten hayran kaldım. Kullanılan teknoloji çizgi ile hareketli fotoğrafın ayırt edilemeyeceği kadar büyüleyiciydi. Yaratılan dünya ise orada yaşamak isteyecek kadar muhteşem. Görsel yaratıcılığa hayran kaldım diyerek bu ayırımı yapıyorum çünkü hikaye yine tüm zamanların hikayelerinden biri, dünyadan kopartmıyor insanı, tüm zamanlarda olagelmiş aynı vahşeti anlatıyor. Sinema eleştirmenleri 'yönetmen bu filmi ile Irak savaşına göndermeler yapıyor' yazıyorlar. Bence yönetmen, tüm zamanların güç, para, rant peşine düşmüş, yerel kültürleri ve doğayı kendi kültürünü-kültürsüzlüğünü- empoze etmek için yok etmiş, farklılıkları vahşilik zannetmiş tüm zalim beyaz adamlarına yapıyor göndermeyi. </span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfp6MCaYCHA-K_gZO7yVZV4VVde88CXoITI3qhSmxhHVo53z7oc8Sq0xx5EIEh_mkUUui8lo8u84c1Xv8-jRkkxmhvJVsqPMw_tsHeK7z35_vKIGFOGlnXCLxGnV5TTFPX90_8JHz37SmO/s1600-h/4054081733_507f5236a4.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfp6MCaYCHA-K_gZO7yVZV4VVde88CXoITI3qhSmxhHVo53z7oc8Sq0xx5EIEh_mkUUui8lo8u84c1Xv8-jRkkxmhvJVsqPMw_tsHeK7z35_vKIGFOGlnXCLxGnV5TTFPX90_8JHz37SmO/s320/4054081733_507f5236a4.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Filmde yeni keşfedilen gezegen Pandora'nın yerel halkı Na'viler, bir yandan çok primitif bir klan sisteminde yaşıyorlar bir diğer yandan ise hayal gücünün ve teknolojinin çok ilerisinde organik bir iletişim sistemine sahipler. Pandora'daki tüm canlılar saçlarının, yelelerinin ve ya dallarının ucundaki tüyler sayesinde birbirlerine bağlanabiliyor, iletişim kurup bir bütün halinde yaşayabiliyorlar. Daha da güzeli, bu klan, pagan vari dinleri sayesinde bu bütünlükten korkmuyor, onunla savaşmıyor, daha fazlasının peşine düşmüyor. Kendilerini bitki ve hayvanlardan farklı ve ya üstün görmüyor, avlanırken bile avlarına teşekkür ederek, tanrıçaları Eywa'ya huzurla dönmesi için dua ediyorlar. Afrika'da, Anadolu'da, Mezopotamya'da, Amerika'da yaşamış artık müzeleri süsleyen medeniyetler gibi tek üstünlük sahibi olan doğaya tapıyorlar. Gücü de bilgiyi de doğruyu da doğa analarında arıyorlar. </span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Hikaye hep aynı olduğu için, bela bu kez tüketilmiş yerküreden gelerek buluyor onları. Kutsal doğalarının altındaki cevhere göz koyuyor. Detaydaki farklılık ise; dünyada bulunmayan ve kilosu insan kıstasında 20 milyon dolar eden bir gezegen-altı kaynağı. Önce misyoner çabalara girişiyor insanoğlu; ehlileştirmeye, ingilizce öğretmeye, ilaç vermeye, 'yaşam şartlarınızı iyileştireceğiz' diyerek kandırmaya çalışıyor. Sonunda, uzay gemileri, makineli tüfekler, avatar programıyla bedenlerine girmiş ajanlarla savaş açıyor Na'vi halkına, ağaç yuvalarını bombalıyor. Tüm zamanların tüm kötü adamlarının hep yaptığı gibi ok atan yerlilere savaş gemileriyle saldırıyor. </span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Antik çağlarda tanrılar yaratmıştı insanlar, onlara isimler vermiş doğal olayları tanrılara yormuş, yağmuru, şimşeği, gökgürültüsünü, denizlerin dalgasını, ışığı tanrılaştırmışlardı. Şimdi ise, doğayı kaybetmenin, yerel kültürleri yok etmenin acısıyla katledilen halkların benzerlerini filmlerde yaratıyorlar. Hikayeler hep aynı, savaş hep aynı, yöntemler bile aynı. Avatar'da dünyanın hikayelerinden biri. Ama 'Biz bu filmi görmüştük' demek imkansız. Mekan, kurgu ve yeni dünya öylesine yeni, öylesine etkileyici ki, bir insan beyninin o ormanı, o canlıları hayal edip yaratışına hayran bırakıyor. Herşeye rağmen insanoğluna, teknolojiye hayranlık duyabilmek için bir bahane veriyor insana. Üstelik, aynı hikayeyi, dünya topraklarında yaşamış ve yok olmuş ırkların, klanların, mahfedilmiş doğanın aksine film de mutlu son var. Na'vileri, 6 bacaklı atları, uçan rengarenk yaratıkları, kalın derili devasa siyah kaplanlarıyla Pandora'nın doğası, başarıyor insanoğlunun ihtirasını yenmeyi. </span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Avatar'ın 2. bölümü olur mu bilmem. Tüm hikayeler de hep içeriden birileri kışkırtılır, kandırılır ve kendi menfaati için halkını satar ya... Bir Na'vi de insanoğlundan ihtirası öğrenip, belki de sadece kolanın tadını sevip, 'modernleşeceğim, maden ticareti yapıp havuzlu villalarda oturacağım, ateşli silahlarım, havalı arabalarım olacak' diye düşünüp de satar mı Pandora'yı bilinmez... </span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Afrika'dan bir söz:</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı.<br />
</span></span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px;"><br />
</span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px;"><br />
</span></span><br />
<span style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> </span></span></span><br />
<span style="-webkit-border-horizontal-spacing: 3px; -webkit-border-vertical-spacing: 3px;"><span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-size: x-small;">* Kitabın ismi Storie della Storia del Mondo - Dünya'nın Hikayesinin Hikayeleri ve ya Dünya'nın Tarihinin Hikayeleri şeklinde Türkçe'ye çevirilebilir, zira italyancada tarih ile hikaye aynı anlama gelmektedir. Ben dünyanın hikayesinin hikayelerini seçtim.</span><span style="font-size: small;"> </span></span></span></div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-74140412986062113342009-12-09T16:32:00.000+02:002010-01-29T16:36:31.476+02:00''No B Day''<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdcfsjc0mV4Ys498Ff74nVcU7qBHSrrS661vl_FVKo2QyTSZ8kdkn0aR4fxTfJgaBSzyRF81l3TZbh4HeXgGKNNbfUeZDUzS6f8-HUwsNVaPUfGLQnALQcf1JIlFuq1K_UO-G-zqyIE8Bo/s1600-h/noBday.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdcfsjc0mV4Ys498Ff74nVcU7qBHSrrS661vl_FVKo2QyTSZ8kdkn0aR4fxTfJgaBSzyRF81l3TZbh4HeXgGKNNbfUeZDUzS6f8-HUwsNVaPUfGLQnALQcf1JIlFuq1K_UO-G-zqyIE8Bo/s320/noBday.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;">Geçtiğimiz 5 Aralık günü Roma'da harika bir etkinlik gerçekleşti. www.noberlusconiday.org adlı web sitesi tarafından örgütlenen bir milyonu aşkın kişi başbakanlarının istifasını istediler. Hem de sırf sloganlarla değil, yüzlerinde Berlusconi maskeleri, ellerinde özenle hazırlamış pankartlar, afişler, mor atkılar, gözlükler, şemsiyelerle süslenmiş müthiş bir organizasyonla...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Türkiye ile İtalya sosyal ve toplumsal yapı açısından birbirine çok benzer. Hatta Avrupa içerisinde en çok benzediğimiz halktır İtalyanlar. Hepimiz Akdenizliyizdir, hepimiz geç kalır ve herşeyi son dakikaya bırakırız, keyfimize düşkün, ailemize bağlıyızdır. Trafik, bürokrasi ve yolsuzluk asla çözülemeyen problemlerdir. Hepimiz her zaman hükümetten şikayet ederiz...</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İtalya'nın başında Berlusconi vardır. Sokakta rastlayıp konuşabileceğiniz herkes -taxi şöföründen garsona, iş adamına, ev hanımına- Berlusconi'den şikayet eder hatta dünyaya bu adam tarafından temsil ediliyor olmaktan komik bir utanç duyar. Ama o adam ikide bir seçilir, araya giren ve başarısız olan, bir türlü toparlanamayan, aktive olamayan sol partilerin örgütlenemeyişi nedeniyle döner dolaşır yine başa geçer. Diğer tüm özelliklerinin ötesinde komiktir gerçekten Berlusconi, Obama'ya '<i>Genç, yakışıklı ve bronz</i>', yabancı yatırımcılara '<i>İtalya yatırım yapmak için çok güzel bir ülke, harika sekreter kızlarımız var'</i> deyişleri ve ciddiyetten yoksun, eylencelik tüm diğer söylemleriyle, ağlanacak hale güldürür insanları. Kendi kızının doğumgününü unutup 18 yaşındaki gözdesinin partisinde yakalanmasıyla patlak veren ve eşinin milyar avroluk boşanma davasıyla süregelen son skandal da cabası... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İtalya'da bir televizyon alıp fişe taktığınızda en fazla 10 televizyon kanalı görebilirsiniz. Berlusconi'nin sahibi olduğu Mediaset grubuna ait üç kanal (Canale 5, Italia 1, Rete 4) ve RAI kanalları, yani başkanını hükümetin atadığı devlet televizyonları. Korkutucu bir medya patronluğudur onun ki, İtalyan izleyicisinin yarısı mutlaka bir Mediset kanalı seyreder. Patronun olduğu gibi Mediaset'in adı da şüpheli davalara karışır. Yayınladığı taraflı seçim anketleri, Forza Italia yanlısı propaganda mesajları gibi içeriksel sıkıntıların yanı sıra alım satımlarda da pek yasal işlemez patronun gözbebeği. Ama asla muhalif seyirciden yoksun kalmaz, herkese hitap eder. Mediaset televizyoncuları Berlusconi kuklası oynatabilir, taklitlerini yapıp dalga geçebilirler patronlarıyla. Limitleri aşmamak kaydıyla tabii.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Big Boss hakkındaki problemler yalnızca yolsuzluk, sex skandalları ve ciddiyetsiz söylemler de değildir üstelik. Ülkeyi dikta rejimine sürüklemek, laikliğe zarar vermek, göçmen ve yabancılara karşı faşist politikalar izlemek, tekelleşerek basın özgürlüğünü kısıtlamak, yabancı özellikle amerikalı yatırımcılara paye vermek ve yabancı güçlerin kuklası olmak gibi, biz Türkler için çok tanıdık, durumlarla suçlanır ve her fırsatta protesto edilir kendisi.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgf6mszSx-f0I0lXDZF8xMT-RrCUmBNZGBjmjGQkDAWUuIL2MUL0mwxXg6n2iT5GW_NxDYPRt6pHqL4wCqfzwiWkC6NGWrGhHwJpoKRrEfo9mvtnnCoxPZ3oECAPby86H_rCNWySg3Yclhj/s1600-h/bdayb.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgf6mszSx-f0I0lXDZF8xMT-RrCUmBNZGBjmjGQkDAWUuIL2MUL0mwxXg6n2iT5GW_NxDYPRt6pHqL4wCqfzwiWkC6NGWrGhHwJpoKRrEfo9mvtnnCoxPZ3oECAPby86H_rCNWySg3Yclhj/s320/bdayb.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;">Nitekim, Cumartesi günü Roma'da toplanan ahali yüzlerine ironik Berlusconi maskeleri takmış, alınlarına kocaman harflerle No yazmış, etikinliğin adını da ''No B Day'' koymuşlardı. Davaları yalnızca Berlusconi'ye hayır demekti. Bin yıllardır yaratıcı olmuş bu memleketin gençleri, başbakanı protesto ederken bile yaratıcı olmuş, renklerini mor seçmiş, özenle hazırlanmış, örgütlenmiş ve yine yaratmışlardı.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Biz de 2007 yılında Cumhuriyet Mitinglerine şahit olduk, meydanları kırmızı bayraklarla doldurduk. 'Ne ABD ne AB tam bağımsız Türkiye' dedik, 'Satılmış Medya' diye bağırdık, 'AKP'nin imamı satamazsın vatanı' yazdık. Bizim de vardı özgün fikirlerimiz, sloganlarımız. Ama iletişimde biraz da sorun vardı; yabancı bir siyaset bilimci profesör Çağlayan meydanının o günkü fotoğraflarına baktığında: ''Milli/milliyetçi bir durum var burada diye düşünüp, 'Savaşa mı giriyor bu millet?'' diye sorabiliyordu. Çünkü biz kendimize bir iletişim rengi, bir söylem bir bütünlük bulmamış, elimizde bayrağımızla hükümetimize savaş açmıştık, sanki o hükümet bu bayrağın hükümeti değilmiş ve ya bayrak ile hükümet karşıt güçlermiş gibi. İtalyanlar gibi yepyeni bir yüz yepyeni bir iletişim yaratıp ''No T Day'' düzenleyemedik, açıkça ve dolambaçsız, herşeyi biraraya sokmadan, yalın, kayıtsız ve şartsız bir ''HAYIR!'' diyemedik, hep yaptığımız gibi bayrağımızın ardına sığındık.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">''No B Day''i düzenleyen ve katılan İtalyanlar kendilerine 'mor halk' diyorlar, fazla siyasi olmayan, bayraklarında da bulunmayan bir rengi almışlar kendi iletişim renkleri yapmışlar, daha ilk organizasyonda kurumsallaşmışlar sanki. Herhangi bir STK'da yok arkalarında, sisyasi parti de. Interneti iyi kullanan birkaç genç mor bir web sitesi kurmuşlar ve siyasi yönü ne olursa olsun Berlusconi'ye hayır diyen bir milyon insanı bir cumartesi günü Roma'ya toplamayı başarmışlar. Gazeteler '<i>Facebook'tan Meydanlara</i>' diye başlık atmış, ''<i>son 150 yılın en büyük mitingi</i>'' yazmış haklarında.<br />
<br />
Sitelerinde yazdığına göre İtalya'da her Cumartesi devam edecek ve dünyanın büyük şehirlerinde de düzenlenecek ''No B Day''ler. Başarılı olurlar mı? diye soracak olursak, hiç belli olmaz. Berlusconi alışıktır istifa edip yeni listesiyle tekrar seçime hazırlanmaya. O'nun şahsını etkiler mi bu durum dersek ise; O'na hiçbirşey olmayacağına eminim. Karısına milyar avro da ödese, dokunulmazlığı kaldırılıp yargılansa da, tekrar seçilemese de B yine bir yolunu bulur, fırsata ve ranta dönüştürmeyi becerir.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1h9QIp00LzkLynKgE4u_yA3q5H8yYkoUcU7YgmtpPidq7kkp2UdgRdwhm_ym8ZqMQDZ9HYjn3xHGTk-DWDwFX80lJ2WIwkinRi5hxdSSp2uFHVlU0hkUCgS3B1jCKkp1RYuebjLWsrTbq/s1600-h/dimettiti.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1h9QIp00LzkLynKgE4u_yA3q5H8yYkoUcU7YgmtpPidq7kkp2UdgRdwhm_ym8ZqMQDZ9HYjn3xHGTk-DWDwFX80lJ2WIwkinRi5hxdSSp2uFHVlU0hkUCgS3B1jCKkp1RYuebjLWsrTbq/s320/dimettiti.jpg" /></a></div><div style="text-align: justify;">Evet, 'No B Day' ler bu çoşku ve azimle sürerse, zaten hakkında pek çok şaibe bulunan Berlusconi istifa edebilir. Etmese de, bu genç, akıllı ve kendi yollarıyla organize olmayı beceren güzel insanların başlattıkları akım dünyada ses getirir. Herşeyi bir web sitesinde başlatan, duyuruları elektronik ortamda yapan, tüm sosyal iletişim ağlarını kullanan, meydanlara giden otobüslerin nereden, saat kaçta kalkacağını bile toplu mailing ile bildiren, manifestolarını kendi imkanlarıyla 13 farklı dilde yazabilen, şimdiden pek çok ülkeden temsilcilerini belirleyen bu harika insanlar umarım hükümetinden mutsuz tüm devletlerin genç vatandaşlarına örnek olur ve tüm diktacı, yolsuz-haksız hükümetlere seslerini başarıyla duyururlar.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-22503260626462588082009-11-20T20:46:00.000+02:002010-01-29T16:37:18.295+02:00Okko Rezaleti: Kilolarca Yiyeceği Kilitleyip Gittiler<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCNZ5S_epExMfLf5D8d8fjlLXOqlqYXNX8d7cCOb7fJ4UJzibSW7QCz_nTTb1I-r4ANpy_czpk4WKs_w95k9imy-pY_fXrsShRCZSIAOViol6b_uF0usg5zPuZGfehNd8g41Jjz18EEAvW/s1600/images-1.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"></a><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiczNsPqaURPOqoiofsOPbEyKICOjA9hLCyCoN0nleRfCf_G3LBdp15BC2iKvsdHbdiMTX0CSmUA5C2XelkaHH5El7sx9Qy8tg7jF_ip5wwWie4EnYfrQ0RAFMV1rKbikfcBMmDU61-g4-R/s1600/images.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiczNsPqaURPOqoiofsOPbEyKICOjA9hLCyCoN0nleRfCf_G3LBdp15BC2iKvsdHbdiMTX0CSmUA5C2XelkaHH5El7sx9Qy8tg7jF_ip5wwWie4EnYfrQ0RAFMV1rKbikfcBMmDU61-g4-R/s200/images.jpeg" /></a></div><br />
<div style="text-align: justify;">Blogumda haber yapmayı hiç düşünmemiştim ama bizzat şahit olduğum bu olayı paylaşmadan edemeyeceğim. </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">İlk şubesinin Anadolu Yakasında olduğunu duyduğum şarküteri-market iki sene evvel Ulus'taki evimin köşesine açıldı. Tabi ki merak edip gittik ve özenle hazırlanmış vitrinlerden, görsel bir şölene dönüştürülmüş şarap ve şarküteri reyonlarından etikilenmeden edemedik. Herşey vardı mahallemizin şarküterisinde, şaraptan, ete, hazır mezelerden, peynir ve sebzeye, temizlik malzemelerinden çevirilmiş tavuğa kadar. Fiyatların da bir hayli yüksek olmasına rağmen boş olduğuna, müşterisi olmadığına hiç şahit olmadım diyebilirim.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Domuz yiyen ve şarküteri dostu biri olarak pek çok kere salam ve sandviç reyonuna uğramış, görevlinin eli çok ağır olsa da sabırla sandviçimi beklemiş, misafir olarak gittiğim yemeklere fayiş fiyata sattıkları italyan şaraplarından alıp götürmüştüm. Hatta, geçen kış turşu kurmak isteyen ananeme, sivri biberi Okko'dan alıp 1 kilosuna 12 TL ödediğimi de hiç unutmam... </div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Fakat tüm bunlar son günlerde mahallemizde yaşanan olayın yanında sıfır kalır. Geçtiğimiz haftasonu eve gitmeden biraz salam, güzel bir peynir ve bir de şarap alıp biraz keyif yapayım diye Okko'nun otoparkından içeri girmeye teşebbüs ettim. Her zaman müthiş bir güleryüzle arabama park yeri gösteren, hatta park eden, sonra da paketlerimi arabaya kadar taşıyan arkadaş; 'Hanımefendi 1-2 saatliğine kapalıyız, cenazemiz var' dedi. 'Başınız sağolsun' diyip yoluma devam ettim. Üzerinden bir hafta geçti Okko açılmadı! Astoria'daki şubenin iş yapamayıp kapandığını duymuştum ama bu şekil bir zarar ve israfla kapatacaklarını aklıma getirememiştim. Okko, tam 10 gündür içerisindeki tüm yiyecek, içecek, sebze, meyve herşeyiyle kapısına kilit vurulmuş, ışıkları söndürülmüş duruyor. Öyle bir tablo ki, ön tarafta kalan cam vitrinde karnıbaharlar, mandalinalar, narlar, güzelim avokadolar özenle dizilmiş, sıralarında bekliyorlar. Eve dönerken önünden her geçtiğimde bakıyorum, tık yok kıpırtı yok hiçbir hareket yok. Cenaze bile olsa 7'si geçeli neredeyde bir hafta oluyor. İçerideki hazır yemek ve et ve şarküterileri düşünemiyor, o kapılar açıldığında, haftalardır bekleyen çürümüş gıda kokusunu ise tahmin etmek dahi istemiyorum. İçeride kilolarca et vardır, hatta 20 - 30 aileyi yıllarca besleyecek gıda... Yazık değilmi? Korkunç, tüyler ürpertici bir israf değil mi bu? Etrafta aç insanlar varken olacak iş mi? Madem cenazeniz var helva yerine, bozulacak çürüyecek pahalı yiyeceklerinizi dağıtın.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Mahalle'de çıkan dedikoduya göre ise, piyasaya 10 milyon dolar borcu varmış Okko'nun. Kimbilir... yüzde iki yüz karla satarak da ödeyemediyse borçlarını belki de bir hata vardır bu işte. Her ne olduysa, yazıktır, ayıptır, günahtır. Açın o kapıları, bari garibana dağıtın bayram öncesi... borçlarınızı silmez ama bir dua alırsınız, belki işleriniz yolunda gider.</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">Bunu gördükten sonra bir daha kapısından adım atmam, evde kalan bir tabak makarnayı bile üşenmeyip sokak kedilerine veriyorum, içim acıyor Okko'nun önünden her geçtiğimde. Hem üzülüyor hem kınıyorum bu umursamazlığı!</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-20483770043630110802009-11-17T17:04:00.000+02:002009-11-17T17:04:20.380+02:00Demokrasi Dikta Etmek<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVrImXPfw_KP93M-_KRm1r4C6X2ax15YpGUxhrENYPJs88eWVmj-esytmOvCTbPwoDZhnYu0u-J1nu03NRW_dVMf0hd3XEYdpUcTAfRUyHHz3uWHpu7MlE4n8lHJIK9a-i6qevN_JwMWHE/s1600/14-k-demokrasi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVrImXPfw_KP93M-_KRm1r4C6X2ax15YpGUxhrENYPJs88eWVmj-esytmOvCTbPwoDZhnYu0u-J1nu03NRW_dVMf0hd3XEYdpUcTAfRUyHHz3uWHpu7MlE4n8lHJIK9a-i6qevN_JwMWHE/s320/14-k-demokrasi.jpg" /></a><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Demokrasi yani sözlük anlamı ile vatandaşların devlet yönetimini belirleme konusunda eşit hakka sahip olması. Ahalinin iktidar olması. Tüm çağların en yaygın, en tartışmalı, hem özenilen hem çekinilen, en popüler kavramı. Halkın hukuk ve devlet karşısında eşit olmasına dayanan ama hep birilerinin birilerinden daha eşit olduğu kamu yönetim hali, seçimden çıkan çoğunluğun despotizm biçimi.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Antik Yunan'da, milattan çok önce, dahiyane, pırıl pırıl bir kavram olarak ortaya çıktı. Hükümdar değil, halk kendi kendini yönetsin diyordu. Herkes ve herşey gibi, bir canlıymış gibi demokrasi de insanla birlikte evrime uğradı. 18. yüzyıla kadar halkın bir kısmı eşitti. Sonra, elitist oldu yönetimi seçilmiş asilzadelere verdi. İsyanlar çıktı köleler mertebe atladı, isyanlar çıktı işçiler mertebe atladı, isyanlar çıktı, zenci katıldı, kadın katıldı demokrasiye. Liberali, sosyali, muhafazakarı çıktı, her devrin her adamının başka başka açılardan söylemi oldu demokrasi.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> 21. yüzyıla gelindiğinde demokrasinin içinde barındırdığı kavram kargaşası doruk noktasına ulaşmıştı. Geri kalmış, gelenekselci, aşırı muhafazakar ve ya dini kimliği ulus kimliğinden ağır basan halklar demokratik olup olmamayı tartışmaya devam ettiler. Kendi devrimini kendi yapmış, gelişmiş, eğitim ve refah seviyesi yüksek uluslar, bir yandan devletler üstü garantör kurumlar kurarken, diğer yandan yerel yönetimlerinin hüküm alanını genişletip, modern doğrudan demokrasiye doğru adım atmaya başladılar.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Tarih, demokrasi için savaşanları, eşitlik için ölenleri de gördü. Demokrasiyi bıçaklayıp öldürenleri de. Demokrasi getiren liderler de gördü, götürenleri de.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Geri kalan, eşit hak sahibi olmaya cüret edemeyen, adalet nedir bilmeyen halklara bir elbise gibi giydirilmeye çalışıldı demokrasi. Özgürlükçü sistem resmen dikta edildi. Ne kadın kocasıyla eşit olmaya cüret edebildi ne köylü ağayla, ne de memur iş adamıyla. Eğitimsiz ve muhafazakar toplumlar seçimle yönetilmekten çok güdülmeye alışıklardı, altına sığınacak bir totem, mağdur edecek bir sebep, 'Çok yaşa' diyecek bir hükümdar isterlerdi. Kendilerine değer vermeyi öğrenemeyen, birey, vatandaş, hak sahibi, seçmen olduğunu kavrayamayan halklardı bunlar. Giyemediler demokratik kostümü, modern insan-birey kılığına bürünemediler. Ülkelerinde sokaklarda özgürce yürümek istemediler.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; text-align: justify;"> Demokrasiyi, bir devlet sisteminden çok bir yaşam tarzı olarak benimsemek gerekir, ben bireyim, insanım, vatandaşım, özgürüm, haklarım var, ne başka bir insan ne de devlet benden üstün değil diyebilmek gerekir. Bireyler toplumu değil, insan sürüsü hisseden halklar yapamazlar demokrasiyle, dikta edileni bile tutunamaz. Hükümdarın söylediği hak olsun, hukuk olsun, beyin dediği kural olsun, ağanın önünde baş eğilsin isterler. Devrimci liderden sonra ardıllarına ve entellektüellere kalır demokrasiyi benimsetmek, öğretmek, dikta ile giydirmek. Yazarlar, çizerler, överler, halka inmeye çalışırlar, anlaşılamazlar. Demokratik devrim izlerini heryere yaysa bile, heykeli, bayrağı heryerden gözükse, marşı çalınsa, andı okunsa bile özümsenmez. Geri kalmaya mahkumdur bu halklar, en az üç jenerasyon boyunca demokratik bir ailede, baskısız bir mahallede, özgür bir toplumda yaşayamadıkça kök salamaz demokrasi. Gericilik seçimle geri döner bu kez. Hurafeler söylenceler alır bilim ve hukukun yerini. Din silah olur gericilerin elinde, huzur vermez artık, kışkırtıcı olur. Kendi silahıyla vurulur demokrasi.<br />
</div><div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Peki nasıl olur da en iyi yönetim biçimi denir hakkında? Gerçek olarak ve üniversal anlamda en iyi, en doğru yönetim biçimi midir demokrasi? Her halk mutlaka demokrasi ile yönetilmeli ve eşit mi olmalıdır? Demokrasi ile yaşamayı becerebilir mi her toplum? Kendini yönetecek kişiyi seçebilme eylemi herkesin hakkı mı olmalıdır? Peki, ya çoğunluğun dediğinin olması ne kadar adildir? Ya doğruyu bilen, moderni uygulayan, bilimi ve aklı hurafelerin önünde tutan yalnızca bir azınlıksa... Demokrasi savaşı verilmeli, diktayla başa demokrasi mi getirilmelidir? Demokratik haklarını uygulayan çoğunluk totaliter rejimleri, gericiliği, bilim çağında hurafeyi seçiyorsa ne yapılabilir? Kendini siyahlara bulamayı demokratik hakkı gören bir topluma hangi çeşit demokrasi dikta edilebilir? <br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;">''<i>Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti tüm halkın güvenliği için tehlikelidir.</i>'' <span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;"><b>J.F.K.</b></span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><br />
<div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-44250377827350400732009-11-14T16:30:00.000+02:002009-11-14T16:30:19.661+02:00Hayatı istiflemek<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFm8MIDlYqRtoffgtWCqHcKG9j0RRGrNw2TQBan3g9_k9JA4Prx0v1dbiQms2vJgq_iCbyjy-GtaYEwwyyApm_SvvDvGWB7wlXwD32kqi23jWs7sfqwlejL9Sugmg8ivubq7LSYJKmAhr9/s1600-h/finestra1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFm8MIDlYqRtoffgtWCqHcKG9j0RRGrNw2TQBan3g9_k9JA4Prx0v1dbiQms2vJgq_iCbyjy-GtaYEwwyyApm_SvvDvGWB7wlXwD32kqi23jWs7sfqwlejL9Sugmg8ivubq7LSYJKmAhr9/s320/finestra1.jpg" width="250" /></a><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande'; font-size: small;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 11px;"><span style="font-family: Times;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"> D</span><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">e</span><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">vrim 30 yaşına basmasına az bir zaman kala, evinde yalnız olduğu bir akşam, almış tarafsızlığı yanına, tüm sakinliğini toplamış, hayatını gözden geçiriyordu. Matematikçiydi, bir organizasyon şeması çizdi hayatına, hayalperestti de aynı zamanda bir süzgeç ile bir de raf yarattı aklında. Daha başlarken, uzunca düşünüp ince eleyip sık dokuması gerektiğini, sonunda nereye varacağını kestiremediği analizinin vakit alacağını hissetmişti. Hayatındaki insanları değerlendirecekti kendinden önce. Süzgeçten geçirip raflara dizecekti.</span></span></span></span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> '<i>Ailem, bana hayat veren beni du dünyaya getiren var olmamı sağlayan olduğuna göre ondan başlamalıyım</i>' dedi. <i>'Onları oldukları gibi kabul ederek merkezde tutmalı, birbirimizi seçmemiş olduğumuza göre çatışmamanın, uyumlu olmanın yolunu bulmalıyım.'</i> Ailesinin en büyük çocuğu bile değildi, ama yaratılış meselesi, bazen kendini aile büyüklerinden daha olgun, daha yaşamış hissediyordu. Sırayla, anne babasını, ağabeyini, küçük kız kardeşini bir elekten geçirdi. Uyumlu, pozitif tarafları süzgeçte kaldığı gibi, hataları, yanlışları, huysuz ve bencil anları süzgeçten geçip birer birer dökülüp aklında uçuşmaya başladılar. '<i>Yaptıklarını ve yaşadıklarını ayrı, yaratılışlarını ayrı değerlendireceğim'</i> dedi Devrim. Yoksa tarafsız ve analitik olmazdı yaklaşımı. Teker teker süzdü aile bireylerini, yaptıklarını şahsi almadan, süzgeçten akıtarak... sevgi, anlayış ve hayat görüşlerine ise kendi penceresinden bakarak.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Sorumsuz hovarda, problem çocuk ağabeyi, prenses küçük kız kardeşi, tüm dünyaya sevecenlikle kollarını açmış ailenin temel taşı annesi, bilge ama uyumsuz, asabi, sert iş adamı babası, güzelliklerini birer birer Devrim'in süzgecine bıraktılar. Aşağıya düşüp, uçuşmaya başlayan kötülüklere baktıkça, bir sebep, karaktersel bir sorun, bir kavga buluyordu. Sonuçta hepsinin de süzgeçte kalan bir karşılığı vardı. Bir iyilik beraberinde bir kötülük getirmiş, her biri yaptıkları kötülüklerin acısını diğer taraftan bir yardım, iyi bir niyet, bir güzellikle yansıtmışlardı dünyaya. Ailelerdi ne de olsa, hepsini oldukları gibi kabul etmeli ve sevgide eksiklik etmemeliydi.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Ağabeyiyle asla anlaşamayacağını keşfetti, süzgeçte kalan iyilik bile Devrim'den çok başka bir frekansta, uzak ve mesafeliydi hayata. Boşvermişti o keyfine bakıyordu. Anlaşamayacaklardı ama biri düşerse diğeri koşacaktı her zaman. Birlikte büyümüşlerdi. Ne zaman başlamıştı bu ayrılık, ne sebep olmuştu, nasıl olmuştu da böyle farklı iki kişi olmuşlardı. Çocukluğunu gözden geçirdi, belki okullar, farklı çevrelerden arkadaşlar, küçükken olurundan çok büyütülen yaş farkı... Ağabeyi, kız tavlama, gece dışarı çıkmak için aileyle tartışma, arkadaşları gibi marka giyinmek için gereğinden fazla para harcama, kimseyi beğenmeme yaşına geldiğinde, o kitap okuyan, okul gazetesi için araştırma yapan, matematik dersiden çok hoşlanan, okuldan değil tatil günlerinden sıkılan bir çocuktu. Asla anlaşamayacaklardı, süzgeçte kalanlar da olsa, ancak üst, uzak raflara koyabiliyordu onu. Kız kardeşini doğumundan beri tanıdığı için çok başkaydı ona olan sevgisi, koruma, kollama arzusu, o ailenin prensesiydi. İki ağabeyi olan, çok güzel, narin ve alıngan bir küçük prenses. İyi bir insan olacağına inanıyordu kardeşinin, ailenin en küçüklüğünden gelen bir korunma ihtiyacı hep karakterinin temel taşı olacaktı, hep narin ve küçük kalacaktı sanki. '<i>Umarım şanslı olur ve onu korumak için hep yanında olurum</i>' dedi ve onu en yakın ulaşabileceği rafa koydu. Annesi de çok özeldi onun için, süzgecin üstünde; hep yanında oluşunu, verdiği kararlarda onu destekleyişini, hastalandığında, arkadaşları tarafından hayal kırıklığına uğradığında sığınılıcak bir kucak açışını, her zorlu döneminde onu cesaretlendirişini bıraktı güzel, iyi kalpli annesi. Devrim'in süzgecinden ise kaprisleri, ilgi istemesi, babası iş seyahatlerindeyken oğullarından ayrılamayışı, hep merak edişi, ne yedin, nereye gittin, kiminleydin diye sürekli sorgulaması geçti. Önemsemedi Devrim, anne sevgisinin yanında öyle küçük pürüzlerdi ki bunlar. Anneyi, şemasının tam ortasına, en yakın rafa yerleştirdi, herşey ondan dolayı ve onun sayesindeydi zaten. Sıra babasına geldiğinde, süzgecini şöyle bir salladı ama kolay olmadı onu değerlendirmek, onu fazla tanımadığını hissetti. Sert bir adamdı babası, hep çalışmıştı, hep hatırlayacağı önemli günlerin birkaçında iş seyahatlerinde oluşunu, yanında olamayışını unutmadığını fark etti. Başarısızlıklarına öfkelendiği için ona kızdığını fark etti. Hırslı bir adamdı, '<i>Ben onun gibi olmadım diye bana kızıyor'</i> diye düşündü. Yine de en sevdiği erkek çocuğu olduğunu biliyordu, kısacıkta olsa gözünden geçen parıltılarda görmüştü sevgisini. <i>'Keşke söylese, daha açık ve sevecen olsa'</i> dedi. Babasından hala korktuğunu, çekindiğini keşfetti. Kimseyi değiştiremeyeceğini genç yaşta anlamış bilge bir ruh olan Devrim, babayı annesi ile kız kardeşinin bir üst rafına yerleştirdi. Çabuk ulaşılabilir ama yaratılışı gereği hep yanında olamayacak bir rafa. Süzgeçten dökülenlere rağmen ailesini başka hiçbir aileye değişemeyeceğini, onu o yapan herşeyin onlardan geldiğini biliyordu Devrim. Seçme şansı olsa başka bir aile değil yine onları seçerdi. Abisi hariç, hayat görüşlerini, varoluşlarını seviyordu. Sokakta tanıştığı insanlar bile olsalar seveceği karakterlerdi. Dürüst ve adillerdi, insanların azınlığı gibi. Abisi bile, tüm hovardalığına, umursamazlığına rağmen birçok kişiden daha saf, daha temizdi.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Sıra arkadaşlarına geldiğinde, sevgilisi Deniz ile en yakın arkadaşı, Osman'dan başlamalıyım dedi. Deniz'le 22 yaşındayken, bir yılbaşı tatili için İstanbul'a döndüğünde tanışmış ve ilk gördüğü anda etkilenmişti. Hovardalık zamanlarıydı, sabit bir ilişki bir sorumluluk istemediği günlerdi. Ekonomi okuduğu Londra'ya geri dönerken de aklında kalmıştı, ama ona söyleyememişti. <i>''Ne diyebilirdim ki?''Senden çok hoşlanıyorum ama zamanı bu değil, bırak beni birkaç sene daha gezip eyleneyim ama kaybolma bir yere beni bekle' mi diyecektim'</i>' Londra'da birçok kız arkadaşı olmuştu, gelip geçici, zaman zaman aşk zannettiği, deneyip yanıldığı uçucu ilişkiler. Tatile her İstanbul'a döndüğünde Deniz'le görüşmüş zaman zaman umursamaz davranmış, onu üzdüğünü bile bile duygularını saklamıştı. Yıllar sonra İstanbul'da yaşamaya, ailesi neredeyse o şehirde olup orada yaşlanmaya karar verip temelli döndüğünde artık hazırdı. Bu sefer Deniz çıkartmıştı geçmişin acısını, ancak zamanla kazabilmişti güvenini, ama bir şekilde, yine de kaybolmamış beklemişti onu. Sonunda, ikisi de bilinç yaşına, akıl çağına ermiş, sorumluluk alabileceklerine karar vermişlerdi. Tam üç sene geçmişti ve kısmen birlikte yaşıyorlardı. Seviyordu onu, anlayışlılığını, huysuz dönemlerinde, yalnız kalmak istediğinde ona saygı duyup rahat bırakışını, her ihtiyacı olduğunda ise sorgulamadan yanında oluşunu. Aşk tabi ki hafiflemişti, ilk kez yirmi iki yaşında hissettiği heyecan artık değişik birşeye dönüşmüştü. '<i>Hiçbir zaman onsuz olamam bundan sonra'</i> dedi ve kendine en yakın rafa, en yakın kutucuğa yerleştirdi onu. Aşk sürmezse bile, hep sevecekti onu. Süzgecinde kalan Deniz varlığına, karakterine, hayata baktığı o anlayışlı, olgun ve sakin penceresine hayran kaldı, ayrıcalıklı özel bir insan olduğunu biliyordu Deniz'inin.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Osman'a gelince gülmeye başladı. 10 yaşından beri arkadaşı, sınıf-sıra arkadaşı, herşeyini bilen, her yönünü tanıyan Osman'ı hangi süzgeçte eleyebilir onu nasıl bir klasmana ayırabilirdi ki. O başlı başına bir konu, apayrı birşeydi. Zaman geçip karakterleri oturmaya başladıkça arkadaşlıkları da başkalaşmıştı. 'Bugün, bu yaşımda tanışsam Osman'la bu kadar yakın arkadaş olabilirmiyim acaba?' diye düşündü. Olamazdı, insanın çocukluk arkadaşı kadar değerli olamazdı hiçbir yakınlık, ailesinden daha çok şey biliyordu hakkında, lise bitip her biri dünyanın başka şehirlerine gitmeye karar verdiklerinde üzüldüğünü hatırladı. Kopacaklarını sanmış, öyle olmamıştı. Tüm tarihleri boyunca aralarına giren tek şey, 1 yıl süren ve nedenini hayal meyal hatırlayıp süper saçma bulduğu küslüktü. Bir yıl sonra ikisi de İstanbul'da olduklarında karşılaşmışlardı. Ve tam da kaldığı yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam etmişti herşey. O bir yılı bir daha ne konuşmuş ne de hatırlamışlardı. Osman'ı hayatının merkezine koydu, hep dostu olmuştu ve olacaktı, onunla olduğu kadar kimseyle eğlenip gülmemiş, kimseyle bu denli çok şey paylaşmamıştı. Ağabeyinden öte, gerçek erkek kardeşiydi o. 'Karakterimin tüm evrelerini, bugüne nasıl ulaştığımı, ne yanlışlar yaptığımı, sevgimi, utancımı, hayal kırıklıklarımı, herşeyimi bilen tek insan, hayatımın tek şahidi o'. En sağlam, en kolay ulaşılan rafta olmalıydı Osman.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Süzgeçten geçirilecek daha çok arkadaşı vardı.. kısa süreli arkadaşlıklar. İş arkadaşlarına fazla güvenmiyordu zaten, en çok tanıdığı Ömer'i 2 senedir tanıyordu. İlginç bir insandı ama gizemli, rahatsız edici tarafları vardı. Bazen birşeyler karıştırdığı hissine kapılıyordu. İş dışında da görüşüyorlardı ama yüzeyseldi herşey. Uzak raflardan birine koydu onu da. Dostluklar zamanla olurdu, güven zamanla oluşurdu onun gözünde. Eğlendiği ama henüz güvenmediği, vakit geçirmek için uygun ama paylaşmak için çok yeni olan arkadaşlarını birer birer uzak raflara kaldırdı, kimbilir belki de zamanla aşağı iner yaklaşırlardı.<br />
</div><div style="text-align: justify;"> Devrim, hayatını paylaştığı insanları birer birer süzgeçten geçirirken, saatler geçti, yoruldu. Hafiflemiş hissetmeye başlamıştı kendini, sanki en yakınları hakkında düşünmek ona bir yandan kendini tanıtmıştı ve memnun olmuştu sonuçtan. Hem onlarla, hem kendisiyle hesaplaşmıştı. İnsanları, onlarla olan ilişkisiyle değil karakterleriyle, varoluşlarıyla değerlendirmekti doğru olan ve işte o zaman gerçekten sevebilirdi birini. Pencereleri önemliydi insanların, hayata nereden baktıkları, pencelerin birbirine yakınlığı. Hayatı istiflemek te güzeldi, biliyordu artık kimin ne konumda olduğunu, hangi raf sarsıldığında ne hızda yetişeceğini. Süzgeçten geçip uçuşan kötülükleri geride kalan iyiliklerle kompanse edebileceğini. Bir sonraki boş zamanında süzgeci bu sefer kendi için kullanacaktı. Şimdiden merak etti, belki de Deniz'e anlatırdı bunu, <i>'Bir süzgece koy beni biraz salla' </i>derdi, '<i>Merak ediyorum neler dökülüp elde neler kalacak'</i> anlık kapıldığı heyecanla saatin geç olmasına bakmadan Deniz'i aradı. Yarı uykulu yarı meraklanmış bir sesle <i>'Alo'</i> dedi Deniz, ne de olsa alışık değildi gece gece aranmaya. Devrim hep geri durmuş, kendini tamamen bıraktığını asla hissettirmemiş, peşinde olduğunu ve ne yaparsa yapsın peşinde olacağını keşfetmesine izin vermemişti. <i>'Deniz!'</i> dedi. <i>'Hayatımı istifledim'</i>. Ne olduğu anlayamayan Deniz <i>'kötü birşey mi oldu?'</i> dedi. Onun o uykulu halini ne kadar çok sevdiğini düşünen Devrim '<i>Hayır canım'</i> dedi <i>'Çok seviyorum seni, iyi geceler.' </i><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-83952626454948345632009-11-10T15:30:00.000+02:002009-11-10T15:30:32.934+02:00Günün Sözü<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhiShIIQj5OvFvLnK8KxvjCadRuajImZC56XguIg6KZt8_bSOMyLWN7Kri3ZWS-KTIJhADBhfRkQzpnhBryBlCxIi1IDhg6WU9FnL36QYlXZPPsSyDPyUd-FLulal3k246DzagWjVE7mye/s1600-h/quotes.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhiShIIQj5OvFvLnK8KxvjCadRuajImZC56XguIg6KZt8_bSOMyLWN7Kri3ZWS-KTIJhADBhfRkQzpnhBryBlCxIi1IDhg6WU9FnL36QYlXZPPsSyDPyUd-FLulal3k246DzagWjVE7mye/s200/quotes.jpg" /></a><br />
</div><div style="text-align: justify;"> <span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;">Çocukluğumdan beri güzel sözlerden, deyimlerden etkilenirim. Bir filozofun, siyasetçinin, sosyoloğun, edebiyatçının, aslında herkesin aklında olan bir düşünceyi, bir cümleyle ya da basit bir söz diziniyle kısa ve net olarak ifade etmesi ben de hep hayranlık uyandırmıştır. </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"> Düşünürüm söz kalıplarının üzerine, beğendiklerimi defterime not alırım. Öğrenmeye, yeri geldiğinde kullanmaya çalışırım konuşurken. Kullananları da severim, yeri geldiğinde bir güzel söz söyleyip sohpete renk katan bilge kişilikleri. </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;">Wikiquote'a bakarım gün aşırı, beğendiğim düşünürlerin sözlerini bulmak, fikirlerinin özünü anlamak için. Dilden dile çeviririm. Blog'umun görünümünü düzenlerken de unutmadım günün sözünü eklemeyi. Yeni birşey yazmak için her açtığımda bir başka düşünürün kelimeleri çıkar karşıma. Bazen blogdan defterime taşınır, yeri geldiğinde kullanacağım yeni hazinem olur özenle biraraya getirilmiş, sayfalarca bilgiyi bir çırpıda söyleyen, akılda yer eden o güzel kelimeler.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"> Bugünün sözü Leo Tolstoy'dan. 'What a strange illusion it is to suppose that beauty is goodness' diyor ünlü Rus. Büyük düşünür, sosyal ve siyasi aktivist, büyük edebiyat adamı Tolstoy güzelliğin iyilik olduğunu düşünmenin ne kadar garip bir ilüzyon olduğunu söylüyor bu sabah. </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"> Güzellik belki bir şans, artı bir puan ama asla iyiliğe eşdeğer değil. Geçici, uçucu, büyülü, büyüsü bozulmaya müsait bir kavram. Hayranlık uyandıran, kıskandıran, adına şiirler şarkılar yazılan, çekici ve tehlikeli bir tılsım sanki... İnsanla bağdaştırıldığında kötüye kullanılmaya çok açık, eşyayla bağdaştırıldığında tüketime iten, doğayla bağdaştırıldığında huzur veren. Güvenilecek birşey değil güzellik, kaypak. Statü belirleyici hiç değil, sanıp da hava atan yanılmış, kandırılmış sayılır. Ne çok şey yazmış, çizmiş söylemiş insan, güzellik üzerine, güzele güzel dememiş onun olmadıkça, hep bir duygu uyandırmış güzellik insanda. Tepkisiz kalınmamış güzellik karşısında.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"> </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"> İletişim çağında önemi daha da büyük deyişlerin, zira laf ağızdan bir kere çıkıyor, bir daha unutulmuyor. Yanlış anlaşılmamak için kısa net ve özenli olmalıyız. Her günümüzün bir sözü, her sözümüzün birgünü olmalı. Doğru kelimeyi bilip, doğru yere koyup, doğru yerde kullanmalıyız ki karşımızdakinin anladığı tam da bizim söylediğimiz olsun.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Trebuchet MS', sans-serif;"><br />
</span><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-74898530630234273342009-11-10T00:17:00.000+02:002009-11-10T00:17:15.618+02:00Birlikte Yaşamak, Yalnızlık ve İnsan<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEsuF75dVaLHZSIzaAYGTG3L86ztl0rEj7aYqRdD_16kh-RNQTHIBtrYB6cnOgvZ4z_MGK8Al-Vm-Z76cli4j7x2Es-4ZyyWM6lEKM_zObbk61Dwgkdw4CP1Gla5mxqY-Gh-psvNcuoiTT/s1600-h/yalnizlik+(36).jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgEsuF75dVaLHZSIzaAYGTG3L86ztl0rEj7aYqRdD_16kh-RNQTHIBtrYB6cnOgvZ4z_MGK8Al-Vm-Z76cli4j7x2Es-4ZyyWM6lEKM_zObbk61Dwgkdw4CP1Gla5mxqY-Gh-psvNcuoiTT/s320/yalnizlik+(36).jpg" /></a><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: Symbol;"><span style="font-family: 'Lucida Grande'; font-size: small;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 11px;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"> İ</span><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">nsan yalnız kalamaz, yaşayamaz, paylaşacak biri, destek alacak biri, didişecek biri, peşine düşecek biri, arkasından gelecek biri... biri olmalıdır yakınlarda... yalnız kalamaz insan, tek başına avlanan kartal değildir o, sosyal bir hayvandır... toplumu vardır, toplumuyla var olur... Anarşist bile insan ister, inanılmak, desteklenmek ister... Etrafında birilerini ister insan...</span></span></span></span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Önce ailedir birlikte yaşanan, içine, arasına doğulan... Zaman geçer, küçük insan büyür, evden uçar gider... Şanslıysa öğrenciliğinde ev arkadaşları olur. Paylaşmayı, kaynaşmayı, yalnızca onun olmayan bir evi yaşatmasını öğrenir... Kendi evi olacağı günlerin hayalini kuran küçük insan, özgürlükten çıldırır... Pek sevinir... Çok güzeldir öğrencilik yılları, çarşaf değiştirmeyi bilmeden girilen evden, lamba tamir eder, domatesli pilav yapar, market paranı ayırır, evini, odanı temizler nitelikte çıkarsın. Yalnız üniversite değil, hayat okuludur, arkadaşlarla yaşanan yıllar...</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Çok güzeldir ev arkadaşlığı, herkesin bir odası olsa da içeride birileri vardır ya hep... sıkılırsın bazen kalabalıktan, kimseyi görmek istemezsin, 3 hafta tatile giderlerse de dört gözle beklersin aynı masada yemek yemeği... Alışkanlık yapar ev arkadaşlığı, ortak yaşama, yeni ailene alışırsın... Akşamüstü eve dönmeden herkes birbirini aramaya başlar, 'Ne yiycez bu akşam?' 'Evde hiç bişey yokki' 'Çinciye mi gitsek?' 'Ya hadi boşver, merkeze inelim hem de bişiler içeriz', böyledir işte o yıllar hep yapacak bir şeyler, bir şeyler yapacak birileri vardır etrafta... 2 gün temizlenmeyen mutfağın haline çıldırıp, kavga çıkarıp 3 gün konuşmasan da, sabaha kadar uyuyamadığın bir gece koridorda karşılaştığında, hemen geçer sinir, o pis mutfakta evde tatlı yok diye nutellalı makarna yer, gün doğana kadar sigara içip belki yüz kere konuştuğun konuları bir daha, bir daha anlatırsın... Alışır, bağlanırsın bu oyunumsu evciliğe... Olur da aile evine dönersen, özlersin üşengeçliği, dağınıklığı, boş buzdolabını, marketten su taşımaya üşendiğin için şişelediğin musluk sularını, sabaha kadar oturup, gündüz uyumak istediğinde 'yatmadınmı hala' diyen kimse olmamasını, sefaletle karışmış, ironize olmuş pek sevimli özgürlüğünü...</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Sonra küçük insan biraz daha büyür, yeni bir hayat gelir... çalışıyordur artık, çılgınlık geçmiş, durulmuş geri de kalmıştır. Sevgiliyle yaşar... Hayat kavgasına attığı ilk adımlara arkadaş ettiği, belki hayat arkadaşı edeceği sevgilisiyle... o da güzeldir, farklıdır... yepyeni bir keşiftir... evdeki, artık bütün çılgınlıklarını bilen okul arkadaşın değil, sevdiğin adamdır, kadındır... aslında herşey başkalaşmaya başlamıştır bile... Biri diğerinin huylarına alışmaya, tolerans göstermeye çalışır... maç sırasında kitap okuyanı rahatsız etmemeyi, playstation oynamaya gelen çocukları rahat ettirmeyi, o tuvaletin ışığını sırf o istiyor diye kapatmayı, şahsi alanlarından ilk ödünleri vermeyi öğrenirler... Her sabah dolabı açtığında siyahlaşmaya başlamış o muz gözüne batsa da, sırf o muzlu süt yapar diye simsiyah olana kadar bekletmek gibi... Beraber büyünmüyordur artık, çalışan bir kadınla, sorumluluk almaya hazırlanan bir erkektir konu... Büyümüşlerdir, büyük bir adım atmadan önce, hem özgür hem bağımlı, hem özverili hem oyuncu küçük hayatlarını yaşarlar...</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Gün gelir evindeki kadın karın, adam kocan olur... belediyeden tescilli bir ailesinizdir artık... daha da artar sorumluluk, kadın yemek yapar, çamaşır yıkar, çorapları ayırır, evden yoğurdu eksik etmemeye, kızlara ancak maç günleri söz vermeye çalışır... Aileye yeni bir küçük insan geldiğinde, artık herşey o olmuştur... birbirlerini değil onu rahat ettirmektir artık hayat... onu hayatta tutmanın, ona ve gelecek dördüncüye en iyi hayatı yaşatmanın kavgası başlamıştır artık... sorumluluk hayatın kendisi olmuştur...</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Hep birileri vardır insanın etrafında, sabah uyandığında evinde birileri vardır, yan oda da birileri vardır. Bazen herkes biryerlere gitse de biraz yalnız kalsam der, bazen kaçta gelecekler diye yollarını gözler. Tersinden kalktığı, içindeki canavarın erken uyandığı günler ilk karşılaştığını tersler, sehpadaki yarım kahve bardağına takılır, makine de unutulmuş çamaşırlara bağırır, dolaptaki küflenen ekmeğe sıra geldiğinde çığrından çıkmıştır. Hep diğerine bağırır insan, hep en yakındakine sataşır, anne, ev arkadaşı, sevgili, karı, koca... mutlaka bunlardan biridir suçlu... her kim ise canavarın ayak altında dolanan, o en olmayacak anda oralarda bulunan, nasibini o alır öfkeden... akıllıysa bulaşmaz canavara, tabii damarına basılmadıkça... canavar yine de onu ister, bağaracak, sataşacak bir insan ister.. yalnız kalırsa kendine döner öfkesi, dışa vurdukça törpülenir, söner, azalır dehşeti... </span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Yakınlarda hep birileri olsun ister insan, arada kaçamakları olsun, üç gün, bir ay, bir sene kendini dinlesin, sonra dinleyenleri olsun ister... canının istediğini yaptığında, katılacak... başarıya ulaştığında kutlayacak, sinirlendiğinde çatacak... sıkıldığında güldürecek... 'kimseyi görmek istemiyorum' diye bağırdığında duyacak, sakinliğiyle yumuşatacak birini ister... </span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Öyle ya da böyle hep diğerlerini yanına ister, yalnız kalamaz küçücük insan... </span><br />
</div><div class="MsoListParagraph" style="margin-left: 0.25in; text-align: justify; text-indent: 0px;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><!--EndFragment-->AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-7148517305359003772009-10-29T15:56:00.000+02:002009-10-29T15:56:47.251+02:00Kendini icra etmek üzerine I<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWLmSD6MjT7YF9T_9GKBVT3RcZU6Sih45mPP9kMFmFdh0kbcbL2NAKC1IYx-FsqNt5dcSJQw80m9CcTg3zPNFTl7AKFQ8OsPr3eeeaYRiqxjm2kiT76ZmwSJL0YJ5bdNWMoiAJaqi64NV3/s1600-h/y1pWVvIOgOw1rmyKzx_Zsv0SOuWFw9B1Tv5RDxRxBDGUdVwBMiUZVwh_MgblLXYOLdQJviIPVWp4s8.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWLmSD6MjT7YF9T_9GKBVT3RcZU6Sih45mPP9kMFmFdh0kbcbL2NAKC1IYx-FsqNt5dcSJQw80m9CcTg3zPNFTl7AKFQ8OsPr3eeeaYRiqxjm2kiT76ZmwSJL0YJ5bdNWMoiAJaqi64NV3/s320/y1pWVvIOgOw1rmyKzx_Zsv0SOuWFw9B1Tv5RDxRxBDGUdVwBMiUZVwh_MgblLXYOLdQJviIPVWp4s8.jpeg" /></a><br />
</div><br />
<div style="text-align: justify;"> Canlıların çoğu gibi insan toplum içinde, toplu halde yaşar. Karıncaların, arıların, kelebeklerin, timsahların, maymunların, dağ keçilerinin olduğu gibi insanında bir sürüsü, kabilesi, toplumu var.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Evrimi sırasında insan yalnız kalamayacağını, etrafında hemcinsleri olmadan yaşayamayacağını anladığı anda toplanmaya, örgütlenmeye başladı. Ailesini örgütledi, reisi belirledi, komşuları örgütledi, takas etti, aldı verdi, kavga etti, ayak uyduramayanı aforoz etti. Haberleşti, ateş yaktı, dumanıyla övündü, konuştu, yazdı, okudu. Nereden nereye geldi insan... Geliştikçe, toplumu büyüttükçe daha çok kurala, kanuna, yasaya, uyuma muhtaç oldu. Muhtaçlığı, bağımlılığı hep arttı, kendinden öte oldu...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Kurtlardan korunmak için değil birlikte yaşayabilmek için etrafına bekçiler, polisler, güvenlik görevlileri tutar oldu. Hemcinsleriyle anlaşabilmek için sınırlar çizdi, korunup gözetilsin diye, üstünden bir göz, bir kulak eksik olmasın diye krallara, padişahlara boyun eğdi, hükümetler seçti... kendini kendi soktu boyunduruğun altına...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Günden güne çoğalan toplumunda bireyleşen, bencilleştiğini sanan insan, çağa ayak uydurmaya çalışayım derken ne istediğini, hayatın ne anlama geldiğini, ne yapması gerektiğini karıştırdı. Ve yalnız kaldı. Sevilmek için çocuklar doğurdu, ailesini, evini, yaşamını büyüttü, büyüklükler içinde küçücük oldu. Toplumsallık, diğerlerini düşünmek, kollektiflik akımları geliştirdi, bireyliğini unuttuğunu farkedince bencilliğine sığındı... Umursamazlıktan sıkılınca aktivist sosyal olayım dedi, bahanelerini eleyemedi... Çıkamadı işinin içinden, kendisini unuttu. Etkilendi diğerlerinden, 'o'nun varsa, benim de olsun dedi' çalıştı, kazanmaya çalıştı, kazandıklarının bedelini kendisiyle ödedi.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Sonunda bensiz kaldı insan... Kişisel farkındalık hissine sahip tek canlı insan, kendini diğerlerinin arasında kaybetti. Ben buyum, bunu istiyorum, hayata benim penceremden bakıyorum, bu beden benim tek gerçek varlığım demeyi unuttu. Hep onsuzluğu, yokluğu, aşksızlığı, mutluluksuzluğu, parasızlığı, ailesizliği, demokrasisizliği, eksik kaldığı diğer şeyleri düşünen insan, kendinsiz kaldığını fark edemedi... Kendisi için yaptığını sandığı herşeyi aslında içinde yaşadığı toplum için ve yüzünden yaptığını, tüm kavgasının aslında yer edinmek, yerini korumak, düzen içinde yaşayabilmek olduğunu fark edemedi. Kavgasıyla övünen ve kendinsiz kalan insan, aslında hiçbir şeysiz kaldı...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Dine ve sanata sarıldı insan, yine kendi için yaptığını, ibadetinin de sanatının da kendinin dışa vurumu olduğunu sanarak... Sonunda yine, dini başkalarından öğrendi, sanatı ise zanaata çevirdi. Bulamadı kendini ne toplumda ne sanatta, ne dinde, ne felsefede ne de varlıkta. Doyumsuz, mutsuz, istikrarsız oldu. Bedeninin değerini bilemedi hasta oldu, erken yaşlanır oldu yine mutsuz oldu. Hayatın aldığı nefes olduğunu unuttu insan.. Kendini rahat bırakamadı neyse o olsun, sadece insan olsun hayatının gerçek anlamı kendini icra etmek olsun...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Sonunda insanlık, insansız kaldı...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-12572112193288200522009-10-26T16:35:00.000+02:002009-10-26T16:35:38.722+02:00Teknoloji Dediğin 1 milyon dişli canavar!<span style="font-family: 'Lucida Grande'; font-size: small;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 11px;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br />
</span></span></span><br />
<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Küresel kriz sebebiyle tüm ekonomiler, tüm pazarlar bir durgunluk, atalet, dinamizmden yoksunluk içerisindeyken, teknoloji ve yaratıcılık pazarı durmuyor, duraksamıyor. Büyük finans şirketlerinin iflas bayrağını çektiğine şahit olduğumuz günlerde internet devleri ve endüstriyel yaratıcılık harikaları karlarına kar katıyorlar.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Şu devirde, şu şartlarda tüketimi azaltmamız gerekliliği tartışılmaz, tüm dünya nüfusunun da bu konuda çabalamaya başladığını görebiliyoruz. Daha az alıverişe çıkıyoruz, son modanın yerine vintageı koyuyoruz, hafta iki kere dışarıda yemek yiyorsak bire indiriyoruz, arabamızı eskimeden değiştirmiyoruz. Ama kişisel küçük teknolojik aletlerle başedemiyoruz. Kameralı, ajandalı, internetli,, videofonlu, televizyonlu, 3Gli derken yeni nesil cep telefonları mesela hergün her yanımızı sarmaya devam ediyorlar. Sarmakla kalmıyor, yeni cep telefonunu alıp tüm yeteneklerinden faydalandıktan sonra 2 katı hızlı 5 katı güzel, 10 katı yetenekli yeni bir modelini delice istiyor hale gelmemiz 1 seneden az sürüyor. Birincil tüketim malzemeleri dahi krize girerken, iphone, blackberry, google, yahoo ve bilumum 3g operatörleri girmiyor, üstelik de karlarındaki yüzdesel artışla gururlanıyorlar. </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Taraf tutmak, teknolojiye karşı çıkmak ise neredeyse imkansız. Normal, alışılmış, tarafları olan bir kavga değil bu. Üniversitedeyken hayat değiştiren cinsten bir sosyoloji dersim vardı. Konusu, evrim ile devrimdi ve ders kitabı şu cümle ile başlıyordu; 'Hiçbir devrim teknoloji kadar insan sarf etmedi'. Fransız ihtilali, işçi devrimi, burjuvazi devrimi ve bilumum diğer devrimler ve evrimler... düşününce hepsi kanlı, sancılı oldu ama tek bir seri üretim zincirinin yaptığı gibi bir on-off düğmesi ile yüzbinleri işsiz bırakmadı. Yine de ve nitekim teknolojiye karşı olmak mümkün mü? Bir kere alıştıktan sonra otomobilsiz, internetsiz, laptopsuz, portakal sıkacaksız, fön makinesiz yaşayabilir miyiz? Öyle bir noktaya geldik ki, geri dönemeyiz artık... İnsan makineyi yarattı ve kendine karşı gelen bu insan-yarattığının bağımlısı oldu, gün gelecek kölesi de olacak.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Makinenin dünyayı ele geçirmesi, insan-syborg savaşları üzerine binlerce kitap yazıldı, yüzlerce film çekildi, bir sürü komplo teorisi yaratıldı. Makinenin gelişimine ve geleceğine inanıyorum, hep de inandım. Blackberry'min bir autobota dönüşüp benimle konuşmasını, günlük ajandamı tutmasını, sabah kahvemi yatağıma getirmesini, unuttuklarımı hatırlatmasını, hatta bana kitap okumasını çok isterim. En yakın arkadaşım olabilir ve onu daha da çok sevebilirim. </span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Teknolojinin hayatımı ele geçirmesinden rahatsızlık duymuyor muyum? Duymazmıyım, haftasonu bilgisayarı açmamak için kendimle tartışıyorum, hep küçük beyaz macbook'um galip geliyor. Google translator ile rekabet beni şahsen etkilemeye başladı bile, çevirip faturasını keseceğim birkaç paragrafı benim yerime google çeviriyor artık. Ama karşı koyamıyorum, karşı duramıyorum. İnsan, insanla kavga ederken, insana en büyük kötülükler yine insanlardan gelirken benim güzel beyaz makinem gerçekten de benim hayatım. Duymaya başladığım rahatsızlığa, insana insan gerek felsefemi sevmeye, korumaya çalışmama rağmen teknolojiye asla karşı koyamayacağımı, vahşi kapitalist ekonomiye ve aşırı tüketime karşı olmama da rağmen makineye karşı bir harekette asla militan olamayacağımı hissedebiliyorum.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Birgün belki de makinenin bazı duyular, insana yakın formlar, dokular katılarak insanlaşması gerçekleşecek. Yapay zeka evimizde kahvemizi yapar, yataklarımızı düzeltir olacak. Organik yapısını hastalıklara kaptıran insanda eklenek mekanik, kalp pilleri, protezler, işitme cihazları ile makineleşmeye devam edecek. Ve günün birinde tüm diğer türlerden daha yakın olacak makine insana. Hukukçular 2000li yılların başında, komutları yaratılışlarında yüklü işlemci bilgisayarların hukuksal kimlik kazanmaları olasılığını tartışmaya başlamışlardı bile. Kölenin eşyalıktan birayliğe yükselmesi ve kimlik kazanması gibi, makinede belki birgün kimlik kazanacak, sorumlu olacak. Konu çok hassas tabii, fazla düşününce sonu terminatöre, decepticonlara, matrixe, ghost from the shell'e, simulacrum simulacra ya savaşa kavgaya gidiyor. Ben ise komplo teorilerine inanmadan, bu türler ötesi birleşim/gelişimin olumlu, barışçıl ve maximum fayda adına olacağına inanmak istiyorum. Böyle bir teknolojik gelişimi sonuna kadar destekliyorum. Üretimin çoğalması ile teknolojik ürünlerin ucuzlaması da cabası. İlk cep telefonumun mal olduğu servet ile bugün en iyi bilgisayar alınabiliyor.</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"> Makine mühendisi, endüstriyel tasarımcı ya da herhangi bir çeşit mühendis olamamış olsamda teknolojiden bazı isteklerim var. Hatta naçizane fikrimle zekice olduklarına inandığım faydalı makineler;</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><b>1. Yetenek Keşfetme Makinesi: </b></span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';">EKG, Dopler, Röntgen ve ya heryere yapışan dijital alıcılarla vücudumuza bağlanıp, genlerimizde ve hormonlarımızda hangi yeteneklerin baskın olduğunu ölçen bir makine hayal ediyorum. 7 yaşında yapılan ve hayati üniversite seçimini yapacağı yaşta tekrar edilen bir yetenek check-up ı çok iyi olmazmıydı? Böylelikle her çocuk yetenekli olduğu alana yönelebilir, motive olur belki de çok başarılı olurdu. Ama o çocukluğumuzda, ne zaman bitecek diye sabırsızlanarak baştan sağma yaptığımız yetenek testleri gibi değil.. dijital bir bağlantıyla gerçek yeteğimizi keşfeden bir makine... Mesela o alana yönelseydim dünyanın en iyi 100 metre koşucusu ve jokeyi ve ya atom bilimcisi olamayacağımı nerden bilebilirim. Hiç denemedim ki?....</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><b>2. Ağrı Ölçer:</b></span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';">Çocukların, hayvanların, yaşlıların ve ya herhangi bir nedenle ağrısını anlayamayan , dile getiremeyen canlıların tam olarak nerelerinin ağrıdığını belirleyip sabit bir ölçü skalası birimi ile ölçen bir makine olsa... Sorupta cevap alamadığımız küçüklerin, yaşlıların ve ya pek sevgili hayvanlarımızın dertlerine daha kolay deva olmazmıyız? Ve ya bel ile kalça arasındaki bir ağrıda böbrekmi ağrıyor omur ilikmi, 10 üzerinden kaç ağrıyor bir makine söylese, insan değişkenliğine kalmasa sağlığımız da gerçek bir ölçüsü olsa....</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><b>3. Elektrik üretip depolayabilen yürüyüş bantı:</b></span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';">Her insan hergün 2 saat, akü, pil, jeneratör gibi bir enerji depolama ve elektriğe dönüştürme yeteneklerine sahip bir bantının üzerinde yürüyüş yapsa. Elektirk enerjisine dönüşen enerjiyi depolasa ve günlük küçük elektrikli aletlerinin kullanımına harcayabilse... Yani laptopunu, cep telefonunu, fön ve kahve makinasını hergün sabit bir şekilde kullandığı elektriği kendi üretebilse, hem tüketen enerji kaynaklarına hem de çağımızın en tehlikeli hastalığı haline gelen obeziteye çözüm olmazmıydı? Düşünün ki, her sabah yürüş bandıma çıkıyorum, çoğaltıcılı bir şarj ünitesiyle, laptopu, fön makinasını, kahve makinasını, cep telefonumu ve diğer küçük elektronik aletlerimi bağlıyorum, 2 saatlik sporumun sonunda hem formumu koruyorum hem 12 saat kendime yetecek eletriği üretiyorum. Harika olmaz mıydı?</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';">Post Scriptum: genelde tüm insanlar fikirlerinin çalınmasından korkar ya, ben şuan biri bunları çalsa da yapsa da ben de sevinsem diyorum...</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: 'Lucida Grande';"><br />
</span><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8443192312480152419.post-2888773041447815792009-10-22T17:00:00.000+03:002009-10-22T17:00:15.920+03:00Lidersizlik<div style="text-align: justify;"> Herşey başbakanın kürt açılımı adını taktığı ve ilk zamanlarda içeriğini kimsenin anlayamadığı bir taşı ortalığa atmasıyla başladı...<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Altı boş açılım aylarca gündemi kilitledi, her kafadan bir ses çıktı, destekleyenler, köstekleyenler oldu. Ne olacak diye bekledik aylarca, açılıyoruz da ne yapıyoruz, kapalı olan neydi, neyi, kime açıyoruz. Etnik yapının bu kadar karışmış olduğu bir ülkede kimi kimden ayırıyor da, şimdi nereye açılıyorduk biz?<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Hükümet, aynı türk medyası gibi önce spekülatif başlığını duyurdu topluma, herkesin yorum yapmasına, akıl yürütmesine, merak etmesine, dolayısıyla da kızışmasına meyil verdi ve içeriği sonradan ekledi. Yani, gerçek bir yürütme planı olan bir değişimi hazırlayıp, yasa ve yönetmelikleri planlayıp, bir ön kamuoyu yoklaması yapıp sonra konuya başlık atmadı. Haydi! dedi, açılıyoruz! daha sessiz daha sağlam adımlarla gerçekleşse bu sözde kaynaşma daha iyi olmazmıydı? Nitekim aylarca, ilan edilen bu kürt açılımının altında ne var, ne olacak diye bekledik. Boş laf bu dedik.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Türkiye'de kürt kökenli vatandaşların nüfusunun 10 milyon olduğu söyleniyor. 8 de 1 demek. Bir de başımıza bela olmuş terör örgütü var. Bir etnik kimliğin, Türkiyelinin sekizde birinin haklarını savunan, demokratik bir tercihin ürünü olan, insancıl çözümler öneren, barışçıl-sivil bir örgüt değil, adı üstünde terör örgütü. Tanıdığım bir çok kürt var ki terör örgütünden her türk kadar nefret ediyorlar. (Türk ve kürt olarak ayırmam insanları ama başka bir terminoloji kullanamıyorum.) Ayırımcılıktan o kadar uzak büyüdüm ki, en yakın ortaokul sınıf arkadaşımın ermeni olduğunu, şöförümüzün kürt olduğunu 22 yaşına kadar farketmedim... İnsanları ayırmamanın en önemli gerçek olduğu öğretildi bana. Olabilecek tek ayırım iyi ile kötü arasındaydı, katille kurban, dolandırıcıyla çalışkan, hakla yolsuzluk arasında.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Sonuçta, açılımın ilanının üzerinden birkaç ay geçti, açılımın en büyük bombası terör örgütü ele başının muhatap alınarak dağdan inin çağrısı yapması ve takibinde davulla zurnayla karşılanan pişman teröristler oldu. Ne yapmış oldu hükümet? Ele başını adam yerine koydu, liderliğini kabul etti, pişmanlığı affettirici gösterdi, terörist teslim olsun diye gösterdiği havuç haddinden büyük oldu. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, hapsettiği ele başının liderliğini meşru kıldı. Nedir liderlik? kabul gören, muhatap alınan adamdır lider, tek kişilik lider olmaz. Yani, kitle olmadan, kitle kabul etmeden lider olmaz. Muhalif kabul etmeden de lider olmaz, karşısında muhatap bulan adam lider olur.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Bu ülkenin kürt kökenli vatandaşlarını sözde temsil eden iki yapı var; biri DTP diğeri ise PKK. Peki bunların hiçbirini tasvip etmeyen kürtler yokmu? DTP nin 10 milyon oyu mu var yoksa PKK nın 10 milyon teröristi mi var? Atalarımız bize böl ve yönet demedimi, birleştir, kaynaştır, kucakla, teslim olana ev ler hediye et, davullar çaldır dansöz oynat mı dedi. Bırak bölünsün, kürt aydını kürt insanı kendi yerini bulsun, kendini temsil ettirsin. Kürt ve Türk diye ayırma, iyiyi kötüden ayır! Kürt açılımıymış, hangi kürtlere bu açılım. Biz neden, PKK'yı terör örgütü, DTP 'yi başarısız bir siyasi aktör olarak değerlendiremiyoruz. İstemiyor muyuz, adam gibi bir muhatap olsun karşımızda, silahla değil, istişare ile müzakere ile çözmeye çalışsın yüzyıllar süren bir kavgayı. İstemiyor muyuz, diplomasiden anlayan gerçek bir kürt lideri, iyi bir siyasetçi çıksın hakkıyla temsil etsin, müzakereye otursun, gerekirse pazarlık etsin karşımızda bir lider olsun bir insan olsun.<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> İstemiyoruz tabii, Türkiye'nin ve tüm islam toplumlarının demokratikleşememelerinin en büyük sebepleri lidersizlik ve temsiliyetsizliktir. Bugün İslamın başında bir lider, hem sözünden çekinilen, hem de sözüne güvenilen bir din adamı olsaydı, batı islamı bu denli hor görebilirmiydi? her şarlatan bu kadar kolaylıkla dini yobazlığa sürükleyebilirmiydi? ve ya islam adına terör estirilirmiydi? allahın adı politik kandırmacalar için kullanılabilirmiydi? Peki ya Türkiye'nin adam gibi bir lideri olsaydı, her etnik grup, her lobi kendini hakkıyla temsil eden liderine güvenseydi bugün teröristi baş tacı yapıp, profesörü, gazeteciyi tutuklayan bir hükümetimiz olurmuydu?<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Kürt kökenli vatandaşlar temsil edildiklerini hissedebiliyorlar mı acaba? Ahmet Türk ve diğer DTP millet vekillerinin kendilerini parlamentoda doğruluk, hak ve yetkiyle temsil ettiklerine inanıyorlar mı? Peki ya terörün dağdaki silahlı temsiline inanıyorlar mı? Peki nedendir bu iki başarısız yapıyı yüceltmek? Kimedir faydası? Nedir çıkarı?<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"> Tüm bu kurguya inanasım gelmiyor açıkçası, bir hesap var bunun altında bize gösterilenler bir oyun bir komedya. Dün çıktılar onlar dağa, bugün iniyorlar. Terörist ne teslim ne de pişman oldu. Pkk sorunu ile kürt sorunu aynı şey değildi zaten, güneydoğuya yapılmayan hastaneydi, okuldu, altyapıydı, fabrika ve iş imkanıydı sorun. Bir babayiğit gelmedi Atatürk'ten sonra, fabrikayı, hastaneyi okulu İstanbula, Bursaya, Ankaraya değil Erzincana, Diyarbakıra, Tunceliye kurdurtacak, istihdam yaratacak, eşit yaşam şartı sağlayacak, gençleri dağlara kaptırmayıp okullara, işyerlerine sokacak. Gerçek sorunu anlayıp, gerçek çözümü üretecek!<br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div><div style="text-align: justify;"><br />
</div>AZShttp://www.blogger.com/profile/09565308719099500714noreply@blogger.com0