24 Aralık 2009 Perşembe

Tüm Zamanların Hikayesi ve Avatar


     Orta okul birinci sınıftayken Laura Orvieto'nun 'Dünya'nın Hikayesi'nin Hikayeleri*' adlı bir kitap ile başlamıştık İtalyanca okumaya. Adından asla anlaşılamayacağı ve 12 yaşındaki bizlerden de anlamamızın beklenemeyeceği gibi basitleştirilmiş bir dille yazılmış bir mitolojik hikayeler antolojisiydi kitap. Belki de, Roma ve Yunan mitolojilerinin bir karmasıydı. Hikayeleri tam olarak hatırlamam mümkün değil ama; Truvalı Helen'le, Aşil'le, Ulisseyle, Poseidon ve Agamemnon ile ilk karşılaşmam olduğunu hatırlıyorum. Dünya'nın en eski hikayelerini anlatan antolojide; sırtından vurulan krallar, aşk uğruna ölümsüzlüklerini kaybeden tanrılar, itilip kakılan isyan eden köleler, insafsız kötüler, zulüm, korku, aşk, ihtişam, kandırmaca... Akla gelebilecek tüm hikayeler vardı. Ve hepsi de aslında tek bir hikayeyi anlatıyordu; dünyanınkini... Özetle ve mecazen herşey zaten tarihten bile önce olmuştu... 

        Her kişi mutlaka bir diğerinden farklıdır ve her kişinin detaylarında özgün bir hikayesi vardır ama genele bakacak olursak; temel hikaye, ana fikir, ulvi amaçlar hep aynıdır. Dünya; para, tükenen kaynaklar, güç, din ve toprak savaşları, ihtiras, hırs, teknoloji, yemek ve aşk üzerine kurulmuştur, yunan tanrılarından, osmanlı padişahlarına, üstün yetenekli bilgisayarlara, astronotlara, nükleer savaşlara kadar hep böyle gelmiş, hep de böyle gider. Tüm hikayelerin birbirinden farklı başrol oyuncuları, kazananları, kaybedenleri, sahneye koyanları vardır ama, kurgu nihayetinde hep bir diğerine benzer.

      Yaratıcı edebiyat ile dünyevi hikayelerin alakası ise bir yumurta-tavuk kısır döngüsü. Okuduğumuz ve seyrettiğimiz tüm yaratıcı ürünlerin arasında 'Gerçek bir Hikaye' olanlar olduğu gibi, gerçeklerin arasında 'Film gibi' ler de var. İlk çağlardan kalma anıtlar yorumlandı, üzerlerine destanlar yazıldı, destanlar film oldu ama, insanoğlu uzaya ilk kez beyaz perdede gitti. Edebiyat ve sinema zaman zaman hayata öncülük etti zaman zaman da hayattan çalıp kopyaladı.

      Geçtiğimiz günlerde, haftalardır basının her köşesinde yer kaplayan dünyanın en pahalı filmi Avatar'a, yeni bir dünya görmek, 3 saatliğine dünyevi herşeyden kopup bir yaratıcılık başyapıtı seyretmek için gittim. Ve görsel yaratıcılığa gerçekten hayran kaldım. Kullanılan teknoloji çizgi ile hareketli fotoğrafın ayırt edilemeyeceği kadar büyüleyiciydi. Yaratılan dünya ise orada yaşamak isteyecek kadar muhteşem. Görsel yaratıcılığa hayran kaldım diyerek bu ayırımı yapıyorum çünkü hikaye yine tüm zamanların hikayelerinden biri, dünyadan kopartmıyor insanı, tüm zamanlarda olagelmiş aynı vahşeti anlatıyor. Sinema eleştirmenleri 'yönetmen bu filmi ile Irak savaşına göndermeler yapıyor' yazıyorlar. Bence yönetmen, tüm zamanların güç, para, rant peşine düşmüş, yerel kültürleri ve doğayı kendi kültürünü-kültürsüzlüğünü- empoze etmek için yok etmiş, farklılıkları vahşilik zannetmiş tüm zalim beyaz adamlarına yapıyor göndermeyi. 

Filmde yeni keşfedilen gezegen Pandora'nın yerel halkı Na'viler, bir yandan çok primitif bir klan sisteminde yaşıyorlar bir diğer yandan ise hayal gücünün ve teknolojinin çok ilerisinde  organik bir iletişim sistemine sahipler. Pandora'daki tüm canlılar saçlarının, yelelerinin ve ya dallarının ucundaki tüyler sayesinde birbirlerine bağlanabiliyor, iletişim kurup bir bütün halinde yaşayabiliyorlar. Daha da güzeli, bu klan, pagan vari dinleri sayesinde bu bütünlükten korkmuyor, onunla savaşmıyor, daha fazlasının peşine düşmüyor. Kendilerini bitki ve hayvanlardan farklı ve ya üstün görmüyor, avlanırken bile avlarına teşekkür ederek, tanrıçaları Eywa'ya huzurla dönmesi için dua ediyorlar. Afrika'da, Anadolu'da, Mezopotamya'da, Amerika'da yaşamış artık müzeleri süsleyen medeniyetler gibi tek üstünlük  sahibi olan doğaya tapıyorlar. Gücü de bilgiyi de doğruyu da doğa analarında arıyorlar. 

      Hikaye hep aynı olduğu için, bela bu kez tüketilmiş yerküreden gelerek buluyor onları. Kutsal doğalarının altındaki cevhere göz koyuyor. Detaydaki farklılık ise; dünyada bulunmayan ve kilosu insan kıstasında 20 milyon dolar eden bir gezegen-altı kaynağı. Önce misyoner çabalara girişiyor insanoğlu; ehlileştirmeye, ingilizce öğretmeye, ilaç vermeye, 'yaşam şartlarınızı iyileştireceğiz' diyerek kandırmaya çalışıyor. Sonunda, uzay gemileri, makineli tüfekler, avatar programıyla bedenlerine girmiş ajanlarla savaş açıyor Na'vi halkına, ağaç yuvalarını bombalıyor. Tüm zamanların tüm kötü adamlarının hep yaptığı gibi ok atan yerlilere savaş gemileriyle saldırıyor. 

      Antik çağlarda tanrılar yaratmıştı insanlar, onlara isimler vermiş doğal olayları tanrılara yormuş, yağmuru, şimşeği, gökgürültüsünü, denizlerin dalgasını, ışığı tanrılaştırmışlardı. Şimdi ise, doğayı kaybetmenin, yerel kültürleri yok etmenin acısıyla katledilen halkların benzerlerini filmlerde yaratıyorlar. Hikayeler hep aynı, savaş hep aynı, yöntemler bile aynı. Avatar'da dünyanın hikayelerinden biri. Ama 'Biz bu filmi görmüştük' demek imkansız. Mekan, kurgu ve yeni dünya öylesine yeni, öylesine etkileyici ki, bir insan beyninin o ormanı, o canlıları hayal edip yaratışına hayran bırakıyor. Herşeye rağmen insanoğluna, teknolojiye hayranlık duyabilmek için bir bahane veriyor insana. Üstelik, aynı hikayeyi, dünya topraklarında yaşamış ve yok olmuş ırkların, klanların, mahfedilmiş doğanın aksine film de mutlu son var. Na'vileri, 6 bacaklı atları,  uçan rengarenk yaratıkları, kalın derili devasa siyah kaplanlarıyla Pandora'nın doğası, başarıyor insanoğlunun ihtirasını yenmeyi. 


     Avatar'ın 2. bölümü olur mu bilmem. Tüm hikayeler de hep içeriden birileri kışkırtılır, kandırılır ve kendi menfaati için halkını satar ya... Bir Na'vi de insanoğlundan ihtirası öğrenip, belki de sadece kolanın tadını sevip, 'modernleşeceğim, maden ticareti yapıp havuzlu villalarda oturacağım, ateşli silahlarım, havalı arabalarım olacak' diye düşünüp de satar mı Pandora'yı bilinmez... 

Afrika'dan bir söz:

Batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı.
                   





  
* Kitabın ismi Storie della Storia del Mondo - Dünya'nın Hikayesinin Hikayeleri ve ya Dünya'nın Tarihinin Hikayeleri şeklinde Türkçe'ye çevirilebilir, zira italyancada tarih ile hikaye aynı anlama gelmektedir. Ben dünyanın hikayesinin hikayelerini seçtim.            

9 Aralık 2009 Çarşamba

''No B Day''

Geçtiğimiz 5 Aralık günü Roma'da harika bir etkinlik gerçekleşti. www.noberlusconiday.org adlı web sitesi tarafından örgütlenen bir milyonu aşkın kişi başbakanlarının istifasını istediler. Hem de sırf sloganlarla değil, yüzlerinde Berlusconi maskeleri, ellerinde özenle hazırlamış pankartlar, afişler, mor atkılar, gözlükler, şemsiyelerle süslenmiş müthiş bir organizasyonla...

Türkiye ile İtalya sosyal ve toplumsal yapı açısından birbirine çok benzer. Hatta Avrupa içerisinde en çok benzediğimiz halktır İtalyanlar. Hepimiz Akdenizliyizdir, hepimiz geç kalır ve herşeyi son dakikaya bırakırız, keyfimize düşkün, ailemize bağlıyızdır. Trafik, bürokrasi ve yolsuzluk asla çözülemeyen problemlerdir. Hepimiz her zaman hükümetten şikayet ederiz...

İtalya'nın başında Berlusconi vardır. Sokakta rastlayıp konuşabileceğiniz herkes -taxi şöföründen garsona, iş adamına, ev hanımına- Berlusconi'den şikayet eder hatta dünyaya bu adam tarafından temsil ediliyor olmaktan komik bir utanç duyar. Ama o adam ikide bir seçilir, araya giren ve başarısız olan, bir türlü toparlanamayan, aktive olamayan sol partilerin örgütlenemeyişi nedeniyle döner dolaşır yine başa geçer. Diğer tüm özelliklerinin ötesinde komiktir gerçekten Berlusconi, Obama'ya 'Genç, yakışıklı ve bronz', yabancı yatırımcılara 'İtalya yatırım yapmak için çok güzel bir ülke, harika sekreter kızlarımız var' deyişleri ve ciddiyetten yoksun, eylencelik tüm diğer söylemleriyle, ağlanacak hale güldürür insanları.  Kendi kızının doğumgününü unutup 18 yaşındaki gözdesinin partisinde yakalanmasıyla patlak veren ve eşinin milyar avroluk boşanma davasıyla süregelen son skandal da cabası...

İtalya'da bir televizyon alıp fişe taktığınızda en fazla 10 televizyon kanalı görebilirsiniz. Berlusconi'nin sahibi olduğu Mediaset grubuna ait üç kanal (Canale 5, Italia 1, Rete 4) ve RAI kanalları, yani başkanını hükümetin atadığı devlet televizyonları. Korkutucu bir medya patronluğudur onun ki, İtalyan izleyicisinin yarısı mutlaka bir Mediset kanalı seyreder. Patronun olduğu gibi Mediaset'in adı da şüpheli davalara karışır. Yayınladığı taraflı seçim anketleri, Forza Italia yanlısı propaganda mesajları gibi içeriksel sıkıntıların yanı sıra alım satımlarda da pek yasal işlemez patronun gözbebeği. Ama asla muhalif seyirciden yoksun kalmaz, herkese hitap eder.  Mediaset televizyoncuları Berlusconi kuklası oynatabilir, taklitlerini yapıp dalga geçebilirler patronlarıyla. Limitleri aşmamak kaydıyla tabii.

Big Boss hakkındaki problemler yalnızca yolsuzluk, sex skandalları ve ciddiyetsiz söylemler de değildir üstelik. Ülkeyi dikta rejimine sürüklemek, laikliğe zarar vermek, göçmen ve yabancılara karşı faşist politikalar izlemek, tekelleşerek basın özgürlüğünü kısıtlamak, yabancı özellikle amerikalı yatırımcılara paye vermek ve yabancı güçlerin kuklası olmak gibi, biz Türkler için çok tanıdık, durumlarla suçlanır ve her fırsatta protesto edilir kendisi.

Nitekim, Cumartesi günü  Roma'da toplanan ahali yüzlerine ironik Berlusconi maskeleri takmış, alınlarına kocaman harflerle No yazmış, etikinliğin adını da ''No B Day'' koymuşlardı. Davaları yalnızca Berlusconi'ye hayır demekti. Bin yıllardır yaratıcı olmuş bu memleketin gençleri, başbakanı protesto ederken bile yaratıcı olmuş, renklerini mor seçmiş, özenle hazırlanmış, örgütlenmiş ve yine yaratmışlardı.

Biz de 2007 yılında Cumhuriyet Mitinglerine şahit olduk, meydanları kırmızı bayraklarla doldurduk. 'Ne ABD ne AB tam bağımsız Türkiye' dedik, 'Satılmış Medya' diye bağırdık, 'AKP'nin imamı satamazsın vatanı' yazdık. Bizim de vardı özgün fikirlerimiz, sloganlarımız. Ama iletişimde biraz da sorun vardı; yabancı bir siyaset bilimci profesör Çağlayan meydanının o günkü fotoğraflarına baktığında: ''Milli/milliyetçi bir durum var burada diye düşünüp, 'Savaşa mı giriyor bu millet?'' diye sorabiliyordu. Çünkü biz kendimize bir iletişim rengi, bir söylem bir bütünlük bulmamış, elimizde  bayrağımızla hükümetimize savaş açmıştık, sanki o hükümet bu bayrağın hükümeti değilmiş ve ya bayrak ile hükümet karşıt güçlermiş gibi. İtalyanlar gibi yepyeni bir yüz yepyeni bir iletişim yaratıp ''No T Day'' düzenleyemedik, açıkça ve dolambaçsız, herşeyi biraraya sokmadan, yalın, kayıtsız ve şartsız bir ''HAYIR!'' diyemedik, hep yaptığımız gibi bayrağımızın ardına sığındık.

''No B Day''i düzenleyen ve katılan İtalyanlar kendilerine 'mor halk' diyorlar, fazla siyasi olmayan, bayraklarında da bulunmayan bir rengi almışlar kendi iletişim renkleri yapmışlar, daha ilk organizasyonda kurumsallaşmışlar sanki. Herhangi bir STK'da yok arkalarında, sisyasi parti de. Interneti iyi kullanan birkaç genç mor bir web sitesi kurmuşlar ve siyasi yönü ne olursa olsun Berlusconi'ye hayır diyen bir milyon insanı bir cumartesi günü Roma'ya toplamayı başarmışlar. Gazeteler 'Facebook'tan Meydanlara' diye başlık atmış, ''son 150 yılın en büyük mitingi'' yazmış haklarında.

Sitelerinde yazdığına göre İtalya'da her Cumartesi devam edecek ve dünyanın büyük şehirlerinde de düzenlenecek ''No B Day''ler.  Başarılı olurlar mı? diye soracak olursak, hiç belli olmaz. Berlusconi alışıktır istifa edip yeni listesiyle tekrar seçime hazırlanmaya. O'nun şahsını etkiler mi bu durum dersek ise; O'na hiçbirşey olmayacağına eminim. Karısına milyar avro da ödese, dokunulmazlığı kaldırılıp yargılansa da, tekrar seçilemese de B yine bir yolunu bulur, fırsata ve ranta dönüştürmeyi becerir.

Evet, 'No B Day' ler bu çoşku ve azimle sürerse, zaten hakkında pek çok şaibe bulunan Berlusconi istifa edebilir. Etmese de, bu genç, akıllı ve kendi yollarıyla organize olmayı beceren güzel insanların başlattıkları akım dünyada ses getirir.  Herşeyi bir web sitesinde başlatan, duyuruları elektronik ortamda yapan, tüm sosyal iletişim ağlarını kullanan, meydanlara giden otobüslerin nereden, saat kaçta kalkacağını bile  toplu mailing ile bildiren, manifestolarını kendi imkanlarıyla 13 farklı dilde yazabilen, şimdiden pek çok ülkeden temsilcilerini belirleyen bu harika insanlar umarım hükümetinden mutsuz tüm devletlerin genç vatandaşlarına örnek olur ve tüm diktacı, yolsuz-haksız hükümetlere seslerini başarıyla duyururlar.


20 Kasım 2009 Cuma

Okko Rezaleti: Kilolarca Yiyeceği Kilitleyip Gittiler



Blogumda haber yapmayı hiç düşünmemiştim ama bizzat şahit olduğum bu olayı paylaşmadan edemeyeceğim.

İlk şubesinin Anadolu Yakasında olduğunu duyduğum şarküteri-market iki sene evvel Ulus'taki evimin köşesine açıldı. Tabi ki merak edip gittik ve özenle hazırlanmış vitrinlerden, görsel bir şölene dönüştürülmüş şarap ve şarküteri reyonlarından etikilenmeden edemedik. Herşey vardı mahallemizin şarküterisinde, şaraptan, ete, hazır mezelerden, peynir ve sebzeye, temizlik malzemelerinden çevirilmiş tavuğa kadar.  Fiyatların da bir hayli yüksek olmasına rağmen boş olduğuna, müşterisi olmadığına hiç şahit olmadım diyebilirim.

Domuz yiyen ve şarküteri dostu biri olarak pek çok kere salam ve sandviç reyonuna uğramış, görevlinin eli çok ağır olsa da sabırla sandviçimi beklemiş, misafir olarak gittiğim yemeklere fayiş fiyata sattıkları italyan şaraplarından alıp götürmüştüm. Hatta, geçen kış turşu kurmak isteyen ananeme, sivri biberi Okko'dan alıp 1 kilosuna 12 TL ödediğimi de hiç unutmam...

Fakat tüm bunlar son günlerde mahallemizde yaşanan olayın yanında sıfır kalır. Geçtiğimiz haftasonu eve gitmeden biraz salam, güzel bir peynir ve bir de şarap alıp biraz keyif yapayım diye Okko'nun otoparkından içeri girmeye teşebbüs ettim. Her zaman müthiş bir güleryüzle arabama park yeri gösteren, hatta park eden, sonra da paketlerimi arabaya kadar taşıyan arkadaş; 'Hanımefendi 1-2 saatliğine kapalıyız, cenazemiz var' dedi. 'Başınız sağolsun' diyip yoluma devam ettim. Üzerinden bir hafta geçti Okko açılmadı! Astoria'daki şubenin iş yapamayıp kapandığını duymuştum ama bu şekil bir zarar ve israfla kapatacaklarını aklıma getirememiştim. Okko, tam 10 gündür içerisindeki tüm yiyecek, içecek, sebze, meyve herşeyiyle kapısına kilit vurulmuş, ışıkları söndürülmüş duruyor. Öyle bir tablo ki, ön tarafta kalan cam vitrinde karnıbaharlar, mandalinalar, narlar, güzelim avokadolar özenle dizilmiş, sıralarında bekliyorlar. Eve dönerken önünden her geçtiğimde bakıyorum, tık yok kıpırtı yok hiçbir hareket yok. Cenaze bile olsa 7'si geçeli neredeyde bir hafta oluyor. İçerideki hazır yemek ve et ve şarküterileri düşünemiyor, o kapılar açıldığında, haftalardır bekleyen çürümüş gıda kokusunu ise tahmin etmek dahi istemiyorum. İçeride kilolarca et vardır, hatta 20 - 30 aileyi yıllarca besleyecek gıda...  Yazık değilmi? Korkunç, tüyler ürpertici bir israf değil mi bu? Etrafta aç insanlar varken olacak iş mi? Madem cenazeniz var helva yerine, bozulacak çürüyecek pahalı yiyeceklerinizi dağıtın.

Mahalle'de çıkan dedikoduya göre ise, piyasaya 10 milyon dolar borcu varmış Okko'nun. Kimbilir... yüzde iki yüz karla satarak da ödeyemediyse borçlarını belki de bir hata vardır bu işte. Her ne olduysa, yazıktır, ayıptır, günahtır. Açın o kapıları, bari garibana dağıtın bayram öncesi... borçlarınızı silmez ama bir dua alırsınız, belki işleriniz yolunda gider.

Bunu gördükten sonra bir daha kapısından adım atmam, evde kalan bir tabak makarnayı bile üşenmeyip sokak kedilerine veriyorum, içim acıyor Okko'nun önünden her geçtiğimde. Hem üzülüyor hem kınıyorum bu umursamazlığı!


17 Kasım 2009 Salı

Demokrasi Dikta Etmek


              Demokrasi yani sözlük anlamı ile vatandaşların devlet yönetimini belirleme konusunda eşit hakka sahip olması. Ahalinin iktidar olması. Tüm çağların en yaygın, en tartışmalı, hem özenilen hem çekinilen, en popüler kavramı. Halkın hukuk ve devlet karşısında eşit olmasına dayanan ama hep birilerinin birilerinden daha eşit olduğu kamu yönetim hali, seçimden çıkan çoğunluğun despotizm biçimi.

                 Antik Yunan'da, milattan çok önce, dahiyane, pırıl pırıl bir kavram olarak ortaya çıktı. Hükümdar değil, halk kendi kendini yönetsin diyordu. Herkes ve herşey gibi, bir canlıymış gibi demokrasi de insanla birlikte evrime uğradı. 18. yüzyıla kadar halkın bir kısmı eşitti. Sonra, elitist oldu yönetimi seçilmiş asilzadelere verdi. İsyanlar çıktı köleler mertebe atladı, isyanlar çıktı işçiler mertebe atladı, isyanlar çıktı, zenci katıldı, kadın katıldı demokrasiye.  Liberali, sosyali, muhafazakarı çıktı, her devrin her adamının başka başka açılardan söylemi oldu demokrasi.

               21. yüzyıla gelindiğinde demokrasinin içinde barındırdığı kavram kargaşası doruk noktasına ulaşmıştı. Geri kalmış, gelenekselci, aşırı muhafazakar ve ya dini kimliği ulus kimliğinden ağır basan halklar demokratik olup olmamayı tartışmaya devam ettiler. Kendi devrimini kendi yapmış, gelişmiş, eğitim ve refah seviyesi yüksek uluslar, bir yandan devletler üstü garantör kurumlar kurarken, diğer yandan yerel yönetimlerinin hüküm alanını genişletip, modern doğrudan demokrasiye doğru adım atmaya başladılar.

             Tarih, demokrasi için savaşanları, eşitlik için ölenleri de gördü. Demokrasiyi bıçaklayıp öldürenleri de. Demokrasi getiren liderler de gördü, götürenleri de.

                   Geri kalan, eşit hak sahibi olmaya cüret edemeyen, adalet nedir bilmeyen halklara bir elbise gibi giydirilmeye çalışıldı demokrasi. Özgürlükçü sistem resmen dikta edildi. Ne kadın kocasıyla eşit olmaya cüret edebildi ne köylü ağayla, ne de memur iş adamıyla. Eğitimsiz ve muhafazakar toplumlar seçimle yönetilmekten çok güdülmeye alışıklardı, altına sığınacak bir totem, mağdur edecek bir sebep, 'Çok yaşa' diyecek bir hükümdar isterlerdi. Kendilerine değer vermeyi öğrenemeyen, birey, vatandaş, hak sahibi, seçmen olduğunu kavrayamayan halklardı bunlar. Giyemediler demokratik kostümü, modern insan-birey kılığına bürünemediler. Ülkelerinde sokaklarda özgürce yürümek istemediler.

               Demokrasiyi, bir devlet sisteminden çok bir yaşam tarzı olarak benimsemek gerekir, ben bireyim, insanım, vatandaşım, özgürüm, haklarım var, ne başka bir insan ne de devlet benden üstün değil diyebilmek gerekir. Bireyler toplumu değil, insan sürüsü hisseden halklar yapamazlar demokrasiyle, dikta edileni bile tutunamaz. Hükümdarın söylediği hak olsun, hukuk olsun, beyin dediği kural olsun, ağanın önünde baş eğilsin isterler. Devrimci liderden sonra ardıllarına ve entellektüellere kalır demokrasiyi benimsetmek, öğretmek, dikta ile giydirmek. Yazarlar, çizerler, överler, halka inmeye çalışırlar, anlaşılamazlar.  Demokratik devrim izlerini heryere yaysa bile, heykeli, bayrağı heryerden gözükse, marşı çalınsa, andı okunsa bile özümsenmez. Geri kalmaya mahkumdur bu halklar, en az üç jenerasyon boyunca demokratik bir ailede, baskısız bir mahallede, özgür bir toplumda yaşayamadıkça kök salamaz demokrasi. Gericilik seçimle geri döner bu kez. Hurafeler söylenceler alır bilim ve hukukun yerini. Din silah olur gericilerin elinde, huzur vermez artık, kışkırtıcı olur. Kendi silahıyla vurulur demokrasi.

               Peki nasıl olur da en iyi yönetim biçimi denir hakkında? Gerçek olarak ve üniversal anlamda en iyi, en doğru yönetim biçimi midir demokrasi? Her halk mutlaka demokrasi ile yönetilmeli ve eşit mi olmalıdır? Demokrasi ile yaşamayı becerebilir mi her toplum? Kendini yönetecek kişiyi seçebilme eylemi herkesin hakkı mı olmalıdır? Peki, ya çoğunluğun dediğinin olması ne kadar adildir? Ya doğruyu bilen, moderni uygulayan, bilimi ve aklı hurafelerin önünde tutan yalnızca bir azınlıksa... Demokrasi savaşı verilmeli, diktayla başa demokrasi mi getirilmelidir?  Demokratik haklarını uygulayan çoğunluk totaliter rejimleri, gericiliği, bilim çağında hurafeyi seçiyorsa ne yapılabilir? Kendini siyahlara bulamayı demokratik hakkı gören bir topluma hangi çeşit demokrasi dikta edilebilir?  

''Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti tüm halkın güvenliği için tehlikelidir.'' J.F.K.






14 Kasım 2009 Cumartesi

Hayatı istiflemek


              Devrim 30 yaşına basmasına az bir zaman kala, evinde yalnız olduğu bir akşam, almış tarafsızlığı yanına, tüm sakinliğini toplamış, hayatını gözden geçiriyordu. Matematikçiydi, bir organizasyon şeması çizdi hayatına, hayalperestti de aynı zamanda bir süzgeç ile bir de raf yarattı aklında. Daha başlarken, uzunca düşünüp ince eleyip sık dokuması gerektiğini, sonunda nereye varacağını kestiremediği analizinin vakit alacağını hissetmişti. Hayatındaki insanları değerlendirecekti kendinden önce. Süzgeçten geçirip raflara dizecekti.

              'Ailem, bana hayat veren beni du dünyaya getiren var olmamı sağlayan olduğuna göre  ondan başlamalıyım' dedi. 'Onları oldukları gibi kabul ederek merkezde tutmalı, birbirimizi seçmemiş olduğumuza göre çatışmamanın, uyumlu olmanın yolunu bulmalıyım.' Ailesinin en büyük çocuğu bile değildi, ama yaratılış meselesi, bazen kendini aile büyüklerinden daha olgun, daha yaşamış hissediyordu. Sırayla, anne babasını, ağabeyini, küçük kız kardeşini bir elekten geçirdi. Uyumlu, pozitif tarafları süzgeçte kaldığı gibi, hataları, yanlışları, huysuz ve bencil anları süzgeçten geçip birer birer dökülüp aklında uçuşmaya başladılar. 'Yaptıklarını ve yaşadıklarını ayrı, yaratılışlarını ayrı değerlendireceğim' dedi Devrim. Yoksa tarafsız ve analitik olmazdı yaklaşımı. Teker teker süzdü aile bireylerini, yaptıklarını şahsi almadan, süzgeçten akıtarak... sevgi, anlayış ve hayat görüşlerine ise kendi penceresinden bakarak.
         Sorumsuz hovarda, problem çocuk ağabeyi, prenses küçük kız kardeşi, tüm dünyaya sevecenlikle kollarını açmış ailenin temel taşı annesi, bilge ama uyumsuz, asabi, sert iş adamı babası,  güzelliklerini birer birer Devrim'in süzgecine bıraktılar. Aşağıya düşüp, uçuşmaya başlayan kötülüklere baktıkça, bir sebep, karaktersel bir sorun, bir kavga buluyordu. Sonuçta hepsinin de süzgeçte kalan bir karşılığı vardı. Bir iyilik beraberinde bir kötülük getirmiş, her biri yaptıkları kötülüklerin acısını diğer taraftan bir yardım,  iyi bir niyet, bir güzellikle yansıtmışlardı dünyaya. Ailelerdi ne de olsa, hepsini oldukları gibi kabul etmeli ve sevgide eksiklik etmemeliydi.
       Ağabeyiyle asla anlaşamayacağını keşfetti, süzgeçte kalan iyilik bile Devrim'den çok başka bir frekansta, uzak ve mesafeliydi hayata. Boşvermişti o keyfine bakıyordu. Anlaşamayacaklardı ama biri düşerse diğeri koşacaktı her zaman. Birlikte büyümüşlerdi. Ne zaman başlamıştı bu ayrılık, ne sebep olmuştu, nasıl olmuştu da böyle farklı iki kişi olmuşlardı. Çocukluğunu gözden geçirdi, belki okullar, farklı çevrelerden arkadaşlar, küçükken olurundan çok büyütülen yaş farkı... Ağabeyi, kız tavlama, gece dışarı çıkmak için aileyle tartışma, arkadaşları gibi marka giyinmek için gereğinden fazla para harcama, kimseyi beğenmeme yaşına geldiğinde, o kitap okuyan, okul gazetesi için araştırma yapan, matematik dersiden çok hoşlanan, okuldan değil tatil günlerinden sıkılan bir çocuktu. Asla anlaşamayacaklardı, süzgeçte kalanlar da olsa, ancak üst, uzak raflara koyabiliyordu onu.  Kız kardeşini doğumundan beri tanıdığı için çok başkaydı ona olan sevgisi, koruma, kollama arzusu, o ailenin prensesiydi. İki ağabeyi olan, çok güzel, narin ve alıngan bir küçük prenses. İyi bir insan olacağına inanıyordu kardeşinin, ailenin en küçüklüğünden gelen bir korunma ihtiyacı hep karakterinin temel taşı olacaktı, hep narin ve küçük kalacaktı sanki.  'Umarım şanslı olur ve onu korumak için hep yanında olurum'  dedi ve onu en yakın ulaşabileceği rafa koydu. Annesi de çok özeldi onun için, süzgecin üstünde; hep yanında oluşunu, verdiği kararlarda onu destekleyişini, hastalandığında, arkadaşları tarafından hayal kırıklığına uğradığında sığınılıcak bir kucak açışını, her zorlu döneminde onu cesaretlendirişini bıraktı güzel, iyi kalpli annesi. Devrim'in süzgecinden ise kaprisleri, ilgi istemesi, babası iş seyahatlerindeyken oğullarından ayrılamayışı, hep merak edişi, ne yedin, nereye gittin, kiminleydin diye sürekli sorgulaması geçti. Önemsemedi Devrim, anne sevgisinin yanında öyle küçük pürüzlerdi ki bunlar. Anneyi, şemasının tam ortasına, en yakın rafa yerleştirdi, herşey ondan dolayı ve onun sayesindeydi zaten. Sıra babasına geldiğinde, süzgecini şöyle bir salladı ama kolay olmadı onu  değerlendirmek, onu  fazla tanımadığını hissetti. Sert bir adamdı babası, hep çalışmıştı, hep hatırlayacağı önemli günlerin birkaçında iş seyahatlerinde oluşunu, yanında olamayışını unutmadığını fark etti. Başarısızlıklarına öfkelendiği için ona kızdığını fark etti. Hırslı bir adamdı, 'Ben onun gibi olmadım diye bana kızıyor' diye düşündü. Yine de en sevdiği erkek çocuğu olduğunu biliyordu, kısacıkta olsa gözünden geçen parıltılarda görmüştü sevgisini. 'Keşke söylese, daha açık ve sevecen olsa' dedi. Babasından hala korktuğunu, çekindiğini keşfetti. Kimseyi değiştiremeyeceğini genç yaşta anlamış bilge bir ruh olan Devrim, babayı annesi ile kız kardeşinin bir üst rafına yerleştirdi. Çabuk ulaşılabilir ama yaratılışı gereği hep yanında olamayacak bir rafa. Süzgeçten dökülenlere rağmen ailesini başka hiçbir aileye değişemeyeceğini, onu o yapan herşeyin onlardan geldiğini biliyordu Devrim. Seçme şansı olsa başka bir aile değil yine onları seçerdi. Abisi hariç, hayat görüşlerini, varoluşlarını seviyordu. Sokakta tanıştığı insanlar bile olsalar seveceği karakterlerdi. Dürüst ve adillerdi, insanların azınlığı gibi. Abisi bile, tüm hovardalığına, umursamazlığına rağmen birçok kişiden daha saf, daha temizdi.
          Sıra arkadaşlarına geldiğinde, sevgilisi Deniz ile en yakın arkadaşı, Osman'dan başlamalıyım dedi. Deniz'le 22 yaşındayken, bir yılbaşı tatili için İstanbul'a döndüğünde tanışmış ve ilk gördüğü anda etkilenmişti. Hovardalık zamanlarıydı, sabit bir ilişki bir sorumluluk istemediği günlerdi. Ekonomi okuduğu Londra'ya geri dönerken de aklında kalmıştı, ama ona söyleyememişti. ''Ne diyebilirdim ki?''Senden çok hoşlanıyorum ama zamanı bu değil, bırak beni birkaç sene daha gezip eyleneyim ama kaybolma bir yere beni bekle' mi diyecektim'' Londra'da birçok kız arkadaşı olmuştu, gelip geçici, zaman zaman aşk zannettiği, deneyip yanıldığı uçucu ilişkiler. Tatile her İstanbul'a döndüğünde Deniz'le görüşmüş zaman zaman umursamaz davranmış, onu üzdüğünü bile bile duygularını saklamıştı. Yıllar sonra İstanbul'da yaşamaya, ailesi neredeyse o şehirde olup orada yaşlanmaya karar verip temelli döndüğünde artık hazırdı. Bu sefer Deniz çıkartmıştı geçmişin acısını, ancak zamanla kazabilmişti güvenini, ama bir şekilde, yine de kaybolmamış beklemişti onu. Sonunda, ikisi de bilinç yaşına, akıl çağına ermiş, sorumluluk alabileceklerine karar vermişlerdi. Tam üç sene geçmişti ve kısmen birlikte yaşıyorlardı. Seviyordu onu, anlayışlılığını, huysuz dönemlerinde, yalnız kalmak istediğinde ona saygı duyup rahat bırakışını, her ihtiyacı olduğunda ise sorgulamadan yanında oluşunu. Aşk tabi ki hafiflemişti, ilk kez yirmi iki yaşında hissettiği heyecan artık değişik birşeye dönüşmüştü. 'Hiçbir zaman onsuz olamam bundan sonra' dedi ve kendine en yakın rafa, en yakın kutucuğa yerleştirdi onu. Aşk sürmezse bile, hep sevecekti onu. Süzgecinde kalan Deniz varlığına, karakterine, hayata baktığı o anlayışlı, olgun ve sakin penceresine hayran kaldı, ayrıcalıklı özel bir insan olduğunu biliyordu Deniz'inin.
         Osman'a gelince gülmeye başladı. 10 yaşından beri arkadaşı, sınıf-sıra arkadaşı, herşeyini bilen, her yönünü tanıyan Osman'ı hangi süzgeçte eleyebilir onu nasıl bir klasmana ayırabilirdi ki. O başlı başına bir konu, apayrı birşeydi. Zaman geçip karakterleri oturmaya başladıkça arkadaşlıkları da başkalaşmıştı. 'Bugün, bu yaşımda tanışsam Osman'la bu kadar yakın arkadaş olabilirmiyim acaba?' diye düşündü. Olamazdı, insanın çocukluk arkadaşı kadar değerli olamazdı hiçbir yakınlık, ailesinden daha çok şey biliyordu hakkında, lise bitip her biri dünyanın başka şehirlerine gitmeye karar verdiklerinde üzüldüğünü hatırladı. Kopacaklarını sanmış, öyle olmamıştı. Tüm tarihleri boyunca aralarına giren tek şey, 1 yıl süren ve nedenini hayal meyal hatırlayıp süper saçma bulduğu küslüktü. Bir yıl sonra ikisi de İstanbul'da olduklarında karşılaşmışlardı. Ve tam da kaldığı yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam etmişti herşey. O bir yılı bir daha ne konuşmuş ne de hatırlamışlardı. Osman'ı hayatının merkezine koydu, hep dostu olmuştu ve olacaktı, onunla olduğu kadar kimseyle eğlenip gülmemiş, kimseyle bu denli çok şey paylaşmamıştı. Ağabeyinden öte, gerçek erkek kardeşiydi o. 'Karakterimin tüm evrelerini, bugüne nasıl ulaştığımı, ne yanlışlar yaptığımı, sevgimi, utancımı, hayal kırıklıklarımı, herşeyimi bilen tek insan, hayatımın tek şahidi o'. En sağlam, en kolay ulaşılan rafta olmalıydı Osman.
      Süzgeçten geçirilecek daha çok arkadaşı vardı.. kısa süreli arkadaşlıklar. İş arkadaşlarına fazla güvenmiyordu zaten, en çok tanıdığı Ömer'i 2 senedir tanıyordu.  İlginç bir insandı ama gizemli, rahatsız edici tarafları vardı. Bazen birşeyler karıştırdığı hissine kapılıyordu. İş dışında da görüşüyorlardı ama  yüzeyseldi herşey. Uzak raflardan birine koydu onu da. Dostluklar zamanla olurdu, güven zamanla oluşurdu onun gözünde. Eğlendiği ama henüz güvenmediği, vakit geçirmek için uygun ama paylaşmak için çok yeni olan arkadaşlarını birer birer uzak raflara kaldırdı, kimbilir belki de zamanla aşağı iner yaklaşırlardı.
       Devrim, hayatını paylaştığı insanları birer birer süzgeçten geçirirken, saatler geçti, yoruldu. Hafiflemiş hissetmeye başlamıştı kendini, sanki en yakınları hakkında düşünmek ona bir yandan kendini tanıtmıştı ve memnun olmuştu sonuçtan. Hem onlarla, hem kendisiyle hesaplaşmıştı. İnsanları, onlarla olan ilişkisiyle değil karakterleriyle, varoluşlarıyla değerlendirmekti doğru olan ve işte o zaman gerçekten sevebilirdi birini. Pencereleri önemliydi insanların, hayata nereden baktıkları, pencelerin birbirine yakınlığı. Hayatı istiflemek te güzeldi, biliyordu artık kimin ne konumda olduğunu, hangi raf sarsıldığında ne hızda yetişeceğini. Süzgeçten geçip uçuşan kötülükleri geride kalan iyiliklerle kompanse edebileceğini. Bir sonraki boş zamanında süzgeci bu sefer kendi için kullanacaktı. Şimdiden merak etti, belki de Deniz'e anlatırdı bunu, 'Bir süzgece koy beni biraz salla' derdi, 'Merak ediyorum neler dökülüp elde neler kalacak' anlık kapıldığı heyecanla saatin geç olmasına bakmadan Deniz'i aradı. Yarı uykulu yarı meraklanmış bir sesle 'Alo' dedi Deniz, ne de olsa alışık değildi gece gece aranmaya. Devrim hep geri durmuş, kendini tamamen bıraktığını asla hissettirmemiş, peşinde olduğunu ve ne yaparsa yapsın peşinde olacağını keşfetmesine izin vermemişti. 'Deniz!' dedi. 'Hayatımı istifledim'. Ne olduğu anlayamayan Deniz 'kötü birşey mi oldu?' dedi. Onun o uykulu halini ne kadar çok sevdiğini düşünen Devrim 'Hayır canım' dedi 'Çok seviyorum seni, iyi geceler.' 

10 Kasım 2009 Salı

Günün Sözü


        Çocukluğumdan beri güzel sözlerden, deyimlerden etkilenirim. Bir filozofun, siyasetçinin, sosyoloğun, edebiyatçının, aslında herkesin aklında olan bir düşünceyi, bir cümleyle ya da basit bir söz diziniyle kısa ve net olarak ifade etmesi ben de hep hayranlık uyandırmıştır. 


        Düşünürüm söz kalıplarının üzerine, beğendiklerimi defterime not alırım. Öğrenmeye, yeri geldiğinde kullanmaya çalışırım konuşurken. Kullananları da severim, yeri geldiğinde bir güzel söz söyleyip sohpete renk katan  bilge kişilikleri. 


Wikiquote'a bakarım gün aşırı, beğendiğim düşünürlerin sözlerini bulmak, fikirlerinin özünü anlamak için. Dilden dile çeviririm. Blog'umun görünümünü düzenlerken de unutmadım günün sözünü eklemeyi. Yeni birşey yazmak için her açtığımda bir başka düşünürün kelimeleri çıkar karşıma. Bazen blogdan defterime taşınır, yeri geldiğinde kullanacağım yeni hazinem olur özenle biraraya getirilmiş, sayfalarca bilgiyi bir çırpıda söyleyen, akılda yer eden o güzel kelimeler.


        Bugünün sözü Leo Tolstoy'dan.  'What a strange illusion it is to suppose that beauty is goodness' diyor ünlü Rus. Büyük düşünür, sosyal ve siyasi aktivist, büyük edebiyat adamı Tolstoy güzelliğin iyilik olduğunu düşünmenin ne kadar garip bir ilüzyon olduğunu söylüyor bu sabah. 


       Güzellik belki bir şans, artı bir puan ama asla iyiliğe eşdeğer değil. Geçici, uçucu, büyülü, büyüsü bozulmaya müsait bir kavram. Hayranlık uyandıran, kıskandıran, adına şiirler şarkılar yazılan, çekici ve tehlikeli bir tılsım sanki... İnsanla bağdaştırıldığında kötüye kullanılmaya çok açık, eşyayla bağdaştırıldığında tüketime iten, doğayla bağdaştırıldığında huzur veren. Güvenilecek birşey değil güzellik, kaypak. Statü belirleyici hiç değil, sanıp da hava atan yanılmış, kandırılmış sayılır. Ne çok şey yazmış, çizmiş söylemiş insan, güzellik üzerine, güzele güzel dememiş onun olmadıkça, hep bir duygu uyandırmış güzellik insanda. Tepkisiz kalınmamış güzellik karşısında.
          
          İletişim çağında önemi daha da büyük deyişlerin, zira laf ağızdan bir kere çıkıyor, bir daha unutulmuyor. Yanlış anlaşılmamak için kısa net ve özenli olmalıyız. Her günümüzün bir sözü, her sözümüzün birgünü olmalı. Doğru kelimeyi bilip, doğru yere koyup, doğru yerde kullanmalıyız ki karşımızdakinin anladığı tam da bizim söylediğimiz olsun.






Birlikte Yaşamak, Yalnızlık ve İnsan


      İnsan yalnız kalamaz, yaşayamaz, paylaşacak biri, destek alacak biri, didişecek biri, peşine düşecek biri, arkasından gelecek biri... biri olmalıdır yakınlarda... yalnız kalamaz insan, tek başına avlanan kartal değildir o, sosyal bir hayvandır... toplumu vardır, toplumuyla var olur... Anarşist bile insan ister, inanılmak, desteklenmek ister... Etrafında birilerini ister insan...


        Önce ailedir birlikte yaşanan, içine, arasına doğulan... Zaman geçer, küçük insan büyür, evden uçar gider... Şanslıysa öğrenciliğinde ev arkadaşları olur. Paylaşmayı, kaynaşmayı, yalnızca onun olmayan bir evi yaşatmasını öğrenir... Kendi evi olacağı günlerin hayalini kuran küçük insan, özgürlükten çıldırır... Pek sevinir... Çok güzeldir öğrencilik yılları, çarşaf değiştirmeyi bilmeden girilen evden, lamba tamir eder, domatesli pilav yapar, market paranı ayırır, evini, odanı temizler nitelikte çıkarsın. Yalnız üniversite değil, hayat okuludur, arkadaşlarla yaşanan yıllar...


          Çok güzeldir ev arkadaşlığı, herkesin bir odası olsa da içeride birileri vardır ya hep... sıkılırsın bazen kalabalıktan, kimseyi görmek istemezsin, 3 hafta tatile giderlerse de dört gözle beklersin aynı masada yemek yemeği... Alışkanlık yapar ev arkadaşlığı, ortak yaşama, yeni ailene alışırsın... Akşamüstü  eve dönmeden herkes birbirini aramaya başlar, 'Ne yiycez bu akşam?' 'Evde hiç bişey yokki' 'Çinciye mi gitsek?' 'Ya hadi boşver, merkeze inelim hem de bişiler içeriz', böyledir işte o yıllar hep yapacak bir şeyler, bir şeyler yapacak birileri vardır etrafta... 2 gün temizlenmeyen mutfağın haline çıldırıp, kavga çıkarıp 3 gün konuşmasan da, sabaha kadar uyuyamadığın bir gece koridorda karşılaştığında, hemen geçer sinir, o pis mutfakta evde tatlı yok diye nutellalı makarna yer, gün doğana kadar sigara içip belki yüz kere konuştuğun konuları bir daha, bir daha anlatırsın... Alışır, bağlanırsın bu oyunumsu evciliğe... Olur da aile evine dönersen, özlersin üşengeçliği, dağınıklığı, boş buzdolabını, marketten su taşımaya üşendiğin için şişelediğin musluk sularını, sabaha kadar oturup, gündüz uyumak istediğinde 'yatmadınmı hala' diyen kimse olmamasını, sefaletle karışmış, ironize olmuş pek sevimli özgürlüğünü...


              Sonra küçük insan biraz daha büyür, yeni bir hayat gelir... çalışıyordur artık, çılgınlık geçmiş, durulmuş geri de kalmıştır. Sevgiliyle yaşar... Hayat kavgasına attığı ilk adımlara arkadaş ettiği, belki hayat arkadaşı edeceği sevgilisiyle... o da güzeldir, farklıdır... yepyeni bir keşiftir... evdeki, artık bütün çılgınlıklarını bilen okul arkadaşın değil, sevdiğin adamdır, kadındır... aslında herşey başkalaşmaya başlamıştır bile... Biri diğerinin huylarına alışmaya, tolerans göstermeye çalışır... maç sırasında kitap okuyanı rahatsız etmemeyi, playstation oynamaya gelen çocukları rahat ettirmeyi, o tuvaletin ışığını sırf o istiyor diye kapatmayı, şahsi alanlarından ilk ödünleri vermeyi öğrenirler... Her sabah dolabı açtığında siyahlaşmaya başlamış o muz gözüne batsa da, sırf o muzlu süt yapar diye simsiyah olana kadar bekletmek gibi... Beraber büyünmüyordur artık, çalışan bir kadınla, sorumluluk almaya hazırlanan bir erkektir konu... Büyümüşlerdir, büyük bir adım atmadan önce, hem özgür hem bağımlı, hem özverili hem oyuncu küçük hayatlarını yaşarlar...


            Gün gelir evindeki kadın karın, adam kocan olur... belediyeden tescilli bir ailesinizdir artık... daha da artar sorumluluk, kadın yemek yapar, çamaşır yıkar, çorapları ayırır, evden yoğurdu eksik etmemeye, kızlara ancak maç günleri söz vermeye çalışır... Aileye yeni bir küçük insan geldiğinde, artık herşey o olmuştur... birbirlerini değil onu rahat ettirmektir artık hayat... onu hayatta tutmanın, ona ve gelecek dördüncüye en iyi hayatı yaşatmanın kavgası başlamıştır artık... sorumluluk hayatın kendisi olmuştur...


         Hep birileri vardır insanın etrafında, sabah uyandığında evinde birileri vardır, yan oda da birileri vardır. Bazen herkes biryerlere gitse de biraz yalnız kalsam der, bazen kaçta gelecekler diye yollarını gözler. Tersinden kalktığı, içindeki canavarın erken uyandığı günler ilk karşılaştığını tersler, sehpadaki yarım kahve bardağına takılır, makine de unutulmuş çamaşırlara bağırır, dolaptaki küflenen ekmeğe sıra geldiğinde çığrından çıkmıştır. Hep diğerine bağırır insan, hep en yakındakine sataşır, anne, ev arkadaşı, sevgili, karı, koca... mutlaka bunlardan  biridir suçlu... her kim ise canavarın ayak altında dolanan, o en olmayacak anda oralarda bulunan, nasibini o alır öfkeden... akıllıysa bulaşmaz canavara, tabii damarına basılmadıkça... canavar yine de onu ister, bağaracak, sataşacak bir insan ister.. yalnız kalırsa kendine döner öfkesi, dışa vurdukça törpülenir, söner, azalır dehşeti... 


             Yakınlarda hep birileri olsun ister insan, arada kaçamakları olsun, üç gün, bir ay, bir sene kendini dinlesin, sonra dinleyenleri olsun ister... canının istediğini yaptığında, katılacak... başarıya ulaştığında kutlayacak, sinirlendiğinde çatacak... sıkıldığında güldürecek... 'kimseyi görmek istemiyorum' diye bağırdığında duyacak, sakinliğiyle yumuşatacak birini ister... 


             Öyle ya da böyle hep diğerlerini yanına ister, yalnız kalamaz küçücük insan...  


29 Ekim 2009 Perşembe

Kendini icra etmek üzerine I



    Canlıların çoğu gibi insan toplum içinde, toplu halde yaşar. Karıncaların, arıların, kelebeklerin, timsahların, maymunların, dağ keçilerinin olduğu gibi insanında bir sürüsü, kabilesi, toplumu var.

      Evrimi sırasında insan yalnız kalamayacağını, etrafında hemcinsleri olmadan yaşayamayacağını anladığı anda toplanmaya, örgütlenmeye başladı. Ailesini örgütledi, reisi belirledi, komşuları örgütledi, takas etti, aldı verdi, kavga etti, ayak uyduramayanı aforoz etti.  Haberleşti, ateş yaktı, dumanıyla övündü, konuştu, yazdı, okudu. Nereden nereye geldi insan... Geliştikçe, toplumu büyüttükçe daha çok kurala, kanuna, yasaya, uyuma muhtaç oldu. Muhtaçlığı, bağımlılığı hep arttı, kendinden öte oldu...

   Kurtlardan korunmak için değil birlikte yaşayabilmek için etrafına bekçiler, polisler, güvenlik görevlileri tutar oldu. Hemcinsleriyle anlaşabilmek için sınırlar çizdi, korunup gözetilsin diye, üstünden bir göz, bir kulak eksik olmasın diye krallara, padişahlara boyun eğdi, hükümetler seçti... kendini kendi soktu boyunduruğun altına...

     Günden güne çoğalan toplumunda bireyleşen, bencilleştiğini sanan insan, çağa ayak uydurmaya çalışayım derken ne istediğini, hayatın ne anlama geldiğini, ne yapması gerektiğini karıştırdı. Ve yalnız kaldı. Sevilmek için çocuklar doğurdu, ailesini, evini, yaşamını büyüttü, büyüklükler içinde küçücük oldu. Toplumsallık, diğerlerini düşünmek, kollektiflik akımları geliştirdi, bireyliğini unuttuğunu farkedince bencilliğine sığındı... Umursamazlıktan sıkılınca aktivist sosyal olayım dedi, bahanelerini eleyemedi... Çıkamadı işinin içinden, kendisini unuttu. Etkilendi diğerlerinden, 'o'nun varsa, benim de olsun dedi' çalıştı, kazanmaya çalıştı, kazandıklarının bedelini kendisiyle ödedi.

    Sonunda bensiz kaldı insan... Kişisel farkındalık hissine sahip tek canlı insan, kendini diğerlerinin arasında kaybetti. Ben buyum, bunu istiyorum, hayata benim penceremden bakıyorum, bu beden benim tek gerçek varlığım demeyi unuttu. Hep onsuzluğu, yokluğu, aşksızlığı, mutluluksuzluğu, parasızlığı, ailesizliği, demokrasisizliği, eksik kaldığı diğer şeyleri düşünen insan, kendinsiz kaldığını fark edemedi... Kendisi için yaptığını sandığı herşeyi aslında içinde yaşadığı toplum için ve yüzünden yaptığını, tüm kavgasının aslında yer edinmek, yerini korumak, düzen içinde yaşayabilmek olduğunu fark edemedi. Kavgasıyla övünen ve kendinsiz kalan insan, aslında hiçbir şeysiz kaldı...

      Dine ve sanata sarıldı insan, yine kendi için yaptığını, ibadetinin de sanatının da kendinin dışa vurumu olduğunu sanarak... Sonunda yine, dini başkalarından öğrendi, sanatı ise zanaata çevirdi. Bulamadı kendini ne toplumda ne sanatta, ne dinde, ne felsefede ne de varlıkta. Doyumsuz, mutsuz, istikrarsız oldu. Bedeninin değerini bilemedi hasta oldu, erken yaşlanır oldu yine mutsuz oldu.  Hayatın aldığı nefes olduğunu unuttu insan..  Kendini rahat bırakamadı neyse o olsun, sadece insan olsun hayatının gerçek anlamı kendini icra etmek olsun...

         Sonunda insanlık, insansız kaldı...


26 Ekim 2009 Pazartesi

Teknoloji Dediğin 1 milyon dişli canavar!



  Küresel kriz sebebiyle tüm ekonomiler, tüm pazarlar bir durgunluk, atalet, dinamizmden yoksunluk içerisindeyken, teknoloji ve yaratıcılık pazarı durmuyor, duraksamıyor. Büyük finans şirketlerinin iflas bayrağını çektiğine şahit olduğumuz günlerde internet devleri ve endüstriyel yaratıcılık harikaları karlarına kar katıyorlar.


  Şu devirde, şu şartlarda tüketimi azaltmamız gerekliliği tartışılmaz, tüm dünya nüfusunun da bu konuda çabalamaya başladığını görebiliyoruz. Daha az alıverişe çıkıyoruz, son modanın yerine vintageı koyuyoruz, hafta iki kere dışarıda yemek yiyorsak bire indiriyoruz, arabamızı eskimeden değiştirmiyoruz. Ama kişisel küçük teknolojik aletlerle başedemiyoruz. Kameralı, ajandalı, internetli,, videofonlu,  televizyonlu, 3Gli derken yeni nesil cep telefonları mesela hergün her yanımızı sarmaya devam ediyorlar. Sarmakla kalmıyor, yeni cep telefonunu alıp tüm yeteneklerinden faydalandıktan sonra 2 katı hızlı 5 katı güzel, 10 katı yetenekli yeni bir modelini delice istiyor hale gelmemiz 1 seneden az sürüyor. Birincil tüketim malzemeleri dahi krize girerken, iphone, blackberry, google, yahoo ve bilumum 3g operatörleri girmiyor, üstelik de karlarındaki yüzdesel artışla gururlanıyorlar. 


   Taraf tutmak, teknolojiye karşı çıkmak ise neredeyse imkansız. Normal, alışılmış, tarafları olan bir kavga değil bu. Üniversitedeyken hayat değiştiren cinsten bir sosyoloji dersim vardı. Konusu, evrim ile devrimdi ve ders kitabı şu cümle ile başlıyordu; 'Hiçbir devrim teknoloji kadar insan sarf etmedi'.  Fransız ihtilali, işçi devrimi, burjuvazi devrimi ve bilumum diğer devrimler ve evrimler... düşününce hepsi kanlı, sancılı oldu ama tek bir seri üretim zincirinin yaptığı gibi bir on-off düğmesi ile yüzbinleri işsiz bırakmadı. Yine de ve nitekim teknolojiye karşı olmak mümkün mü? Bir kere alıştıktan sonra otomobilsiz, internetsiz, laptopsuz, portakal sıkacaksız, fön makinesiz yaşayabilir miyiz? Öyle bir noktaya geldik ki, geri dönemeyiz artık... İnsan makineyi yarattı ve kendine karşı gelen bu insan-yarattığının bağımlısı oldu, gün gelecek kölesi de olacak.


   Makinenin dünyayı ele geçirmesi, insan-syborg savaşları üzerine binlerce kitap yazıldı, yüzlerce film çekildi, bir sürü komplo teorisi yaratıldı. Makinenin gelişimine ve geleceğine inanıyorum, hep de inandım. Blackberry'min bir autobota dönüşüp benimle konuşmasını, günlük ajandamı tutmasını, sabah kahvemi yatağıma getirmesini, unuttuklarımı hatırlatmasını, hatta bana kitap okumasını çok isterim. En yakın arkadaşım olabilir ve onu daha da çok sevebilirim. 


    Teknolojinin hayatımı ele geçirmesinden rahatsızlık duymuyor muyum?  Duymazmıyım, haftasonu bilgisayarı açmamak için kendimle tartışıyorum, hep küçük beyaz macbook'um galip geliyor. Google translator ile rekabet beni şahsen etkilemeye başladı bile, çevirip faturasını keseceğim birkaç paragrafı benim yerime google çeviriyor artık. Ama karşı koyamıyorum, karşı duramıyorum. İnsan, insanla kavga ederken, insana en büyük kötülükler yine insanlardan gelirken benim güzel beyaz makinem gerçekten de benim hayatım. Duymaya başladığım rahatsızlığa, insana insan gerek felsefemi sevmeye, korumaya çalışmama rağmen teknolojiye asla karşı koyamayacağımı, vahşi kapitalist ekonomiye ve aşırı tüketime karşı olmama da rağmen makineye karşı bir harekette asla militan olamayacağımı hissedebiliyorum.


    Birgün belki de makinenin bazı duyular, insana yakın formlar, dokular katılarak insanlaşması gerçekleşecek. Yapay zeka evimizde kahvemizi yapar, yataklarımızı düzeltir olacak. Organik yapısını hastalıklara kaptıran insanda eklenek mekanik, kalp pilleri, protezler, işitme cihazları ile makineleşmeye devam edecek. Ve günün birinde tüm diğer türlerden daha yakın olacak makine insana. Hukukçular 2000li yılların başında, komutları yaratılışlarında yüklü işlemci bilgisayarların hukuksal kimlik kazanmaları olasılığını tartışmaya başlamışlardı bile. Kölenin eşyalıktan birayliğe yükselmesi ve kimlik kazanması gibi, makinede belki birgün kimlik kazanacak, sorumlu olacak.  Konu çok hassas tabii, fazla düşününce sonu terminatöre, decepticonlara, matrixe, ghost from the shell'e, simulacrum simulacra ya savaşa kavgaya gidiyor. Ben ise komplo teorilerine inanmadan, bu türler ötesi birleşim/gelişimin olumlu, barışçıl ve maximum fayda adına olacağına inanmak istiyorum. Böyle bir teknolojik gelişimi sonuna kadar destekliyorum. Üretimin çoğalması ile teknolojik ürünlerin ucuzlaması da cabası. İlk cep telefonumun mal olduğu servet ile bugün en iyi bilgisayar alınabiliyor.


   Makine mühendisi, endüstriyel tasarımcı ya da herhangi bir çeşit mühendis olamamış olsamda teknolojiden bazı isteklerim var. Hatta naçizane fikrimle zekice olduklarına inandığım faydalı makineler;


1. Yetenek Keşfetme Makinesi: 


EKG, Dopler, Röntgen ve ya heryere yapışan dijital alıcılarla vücudumuza bağlanıp, genlerimizde ve hormonlarımızda hangi yeteneklerin baskın olduğunu ölçen bir makine hayal ediyorum. 7 yaşında yapılan ve hayati üniversite seçimini yapacağı yaşta tekrar edilen bir yetenek check-up ı çok iyi olmazmıydı? Böylelikle her çocuk yetenekli olduğu alana yönelebilir, motive olur belki de çok başarılı olurdu. Ama o çocukluğumuzda, ne zaman bitecek diye sabırsızlanarak baştan sağma yaptığımız yetenek testleri gibi değil.. dijital bir bağlantıyla gerçek yeteğimizi keşfeden bir makine... Mesela o alana yönelseydim dünyanın en iyi 100 metre koşucusu ve jokeyi ve ya atom bilimcisi olamayacağımı nerden bilebilirim. Hiç denemedim ki?....


2. Ağrı Ölçer:


Çocukların, hayvanların, yaşlıların ve ya herhangi bir nedenle ağrısını anlayamayan , dile getiremeyen canlıların tam olarak nerelerinin ağrıdığını belirleyip sabit bir ölçü skalası birimi ile ölçen bir makine olsa... Sorupta cevap alamadığımız küçüklerin, yaşlıların ve ya pek sevgili hayvanlarımızın dertlerine daha kolay deva olmazmıyız? Ve ya bel ile kalça arasındaki bir ağrıda böbrekmi ağrıyor omur ilikmi, 10 üzerinden kaç ağrıyor bir makine söylese, insan değişkenliğine kalmasa sağlığımız da gerçek bir ölçüsü olsa....


3. Elektrik üretip depolayabilen yürüyüş bantı:


Her insan hergün 2 saat, akü, pil, jeneratör gibi bir enerji depolama ve elektriğe dönüştürme yeteneklerine sahip bir bantının üzerinde yürüyüş yapsa.  Elektirk enerjisine dönüşen enerjiyi depolasa ve günlük küçük elektrikli aletlerinin kullanımına harcayabilse... Yani laptopunu, cep telefonunu, fön ve kahve makinasını  hergün sabit bir şekilde kullandığı elektriği kendi üretebilse, hem tüketen enerji kaynaklarına hem de çağımızın en tehlikeli hastalığı haline gelen obeziteye çözüm olmazmıydı? Düşünün ki, her sabah yürüş bandıma çıkıyorum, çoğaltıcılı bir şarj ünitesiyle, laptopu, fön makinasını, kahve makinasını, cep telefonumu ve diğer küçük elektronik aletlerimi bağlıyorum, 2 saatlik sporumun sonunda hem formumu koruyorum hem 12 saat kendime yetecek eletriği üretiyorum. Harika olmaz mıydı?


Post Scriptum: genelde tüm insanlar fikirlerinin çalınmasından korkar ya, ben şuan biri bunları çalsa da yapsa da ben de sevinsem diyorum...





22 Ekim 2009 Perşembe

Lidersizlik

     Herşey başbakanın kürt açılımı adını taktığı ve ilk zamanlarda içeriğini kimsenin anlayamadığı bir taşı ortalığa atmasıyla başladı...

     Altı boş açılım aylarca gündemi kilitledi, her kafadan bir ses çıktı, destekleyenler, köstekleyenler oldu. Ne olacak diye bekledik aylarca, açılıyoruz da ne yapıyoruz, kapalı olan neydi, neyi, kime açıyoruz. Etnik yapının bu kadar karışmış olduğu bir ülkede kimi kimden ayırıyor da, şimdi nereye açılıyorduk biz?

  Hükümet, aynı türk medyası gibi önce spekülatif başlığını duyurdu topluma, herkesin yorum yapmasına, akıl yürütmesine, merak etmesine, dolayısıyla da kızışmasına meyil verdi ve içeriği sonradan ekledi. Yani, gerçek bir yürütme planı olan bir değişimi hazırlayıp, yasa ve yönetmelikleri planlayıp, bir ön kamuoyu yoklaması yapıp sonra konuya başlık atmadı. Haydi! dedi, açılıyoruz!  daha sessiz daha sağlam adımlarla gerçekleşse bu sözde kaynaşma daha iyi olmazmıydı? Nitekim aylarca, ilan edilen bu kürt açılımının altında ne var, ne olacak diye bekledik. Boş laf bu dedik.

    Türkiye'de kürt kökenli vatandaşların nüfusunun 10 milyon olduğu söyleniyor. 8 de 1 demek. Bir de başımıza bela olmuş terör örgütü var. Bir etnik kimliğin, Türkiyelinin sekizde birinin  haklarını savunan, demokratik bir tercihin ürünü olan, insancıl çözümler öneren, barışçıl-sivil bir örgüt değil, adı üstünde terör örgütü. Tanıdığım bir çok kürt var ki terör örgütünden her türk kadar nefret ediyorlar. (Türk ve kürt olarak ayırmam insanları ama başka bir terminoloji kullanamıyorum.) Ayırımcılıktan o kadar uzak büyüdüm ki, en yakın ortaokul sınıf arkadaşımın ermeni olduğunu, şöförümüzün kürt olduğunu 22 yaşına kadar farketmedim... İnsanları ayırmamanın en önemli gerçek olduğu öğretildi bana. Olabilecek tek ayırım iyi ile kötü arasındaydı, katille kurban, dolandırıcıyla çalışkan, hakla yolsuzluk arasında.

    Sonuçta, açılımın ilanının üzerinden birkaç ay geçti, açılımın en büyük bombası terör örgütü ele başının muhatap alınarak dağdan inin çağrısı yapması ve takibinde davulla zurnayla karşılanan pişman teröristler oldu. Ne yapmış oldu hükümet? Ele başını adam yerine koydu, liderliğini kabul etti, pişmanlığı affettirici gösterdi, terörist teslim olsun diye gösterdiği havuç haddinden büyük oldu. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, hapsettiği ele başının liderliğini meşru kıldı. Nedir liderlik? kabul gören, muhatap alınan adamdır lider, tek kişilik lider olmaz. Yani, kitle olmadan, kitle kabul etmeden lider olmaz. Muhalif kabul etmeden de lider olmaz, karşısında muhatap bulan adam lider olur.

    Bu ülkenin kürt kökenli vatandaşlarını sözde temsil eden iki yapı var; biri DTP diğeri ise PKK. Peki bunların hiçbirini tasvip etmeyen kürtler yokmu?  DTP nin 10 milyon oyu mu var yoksa PKK nın 10 milyon teröristi mi var? Atalarımız bize böl ve yönet demedimi, birleştir, kaynaştır, kucakla, teslim olana ev ler hediye et, davullar çaldır dansöz oynat mı dedi. Bırak bölünsün, kürt aydını kürt insanı kendi yerini bulsun, kendini temsil ettirsin. Kürt ve Türk diye ayırma, iyiyi kötüden ayır! Kürt açılımıymış, hangi kürtlere bu açılım. Biz neden, PKK'yı terör örgütü, DTP 'yi başarısız bir siyasi aktör olarak değerlendiremiyoruz. İstemiyor muyuz, adam gibi bir muhatap olsun karşımızda, silahla değil, istişare ile müzakere ile çözmeye çalışsın yüzyıllar süren bir kavgayı. İstemiyor muyuz, diplomasiden anlayan gerçek bir kürt lideri, iyi bir siyasetçi çıksın hakkıyla temsil etsin, müzakereye otursun, gerekirse pazarlık etsin karşımızda bir lider olsun bir insan olsun.

   İstemiyoruz tabii, Türkiye'nin ve tüm islam toplumlarının demokratikleşememelerinin en büyük sebepleri lidersizlik ve temsiliyetsizliktir. Bugün İslamın başında bir lider, hem sözünden çekinilen, hem de sözüne güvenilen bir din adamı olsaydı, batı islamı bu denli hor görebilirmiydi?  her şarlatan bu kadar kolaylıkla dini yobazlığa sürükleyebilirmiydi?  ve ya islam adına terör estirilirmiydi? allahın adı politik kandırmacalar için kullanılabilirmiydi? Peki ya Türkiye'nin adam gibi bir lideri olsaydı, her etnik grup, her lobi kendini hakkıyla temsil eden liderine güvenseydi bugün teröristi baş tacı yapıp, profesörü, gazeteciyi tutuklayan bir hükümetimiz olurmuydu?

   Kürt kökenli vatandaşlar temsil edildiklerini hissedebiliyorlar mı acaba? Ahmet Türk ve diğer DTP millet vekillerinin kendilerini parlamentoda doğruluk, hak ve yetkiyle temsil ettiklerine inanıyorlar mı? Peki ya terörün dağdaki silahlı temsiline inanıyorlar mı?  Peki nedendir bu iki başarısız yapıyı yüceltmek? Kimedir faydası? Nedir çıkarı?

    Tüm bu kurguya inanasım gelmiyor açıkçası, bir hesap var bunun altında bize gösterilenler bir oyun bir komedya. Dün çıktılar onlar dağa, bugün iniyorlar. Terörist ne teslim ne de pişman oldu. Pkk sorunu ile kürt sorunu aynı şey değildi zaten, güneydoğuya yapılmayan hastaneydi, okuldu, altyapıydı, fabrika ve iş imkanıydı sorun. Bir babayiğit gelmedi Atatürk'ten sonra, fabrikayı, hastaneyi okulu İstanbula, Bursaya, Ankaraya değil Erzincana, Diyarbakıra, Tunceliye kurdurtacak, istihdam yaratacak, eşit yaşam şartı sağlayacak, gençleri dağlara kaptırmayıp okullara, işyerlerine sokacak. Gerçek sorunu anlayıp, gerçek çözümü üretecek!


30 Eylül 2009 Çarşamba

Meraklıyım, işi uzmanından öğrenirim

Bir gazete haberini takip ederek bir siteye ulaştım ve bayıldım. Accademic Earth adlı site akademik çevre mensupları, kendilerini geliştirmek isteyen öğrenciler ve merak ettiği konuyu uzmanından dinlemek isteyen benim gibi meraklılar için harika bir platform.

Video paylaşım sisteminin yararlı ve tamamen legal, etik ve eğitici hale dönüştürüldüğü Accademic Earth'ten yararlanmak için, bir kullanıcı adı ve parola almak yeterli. Sonrasında, çeşitli konu başlıkları ve öğreti alanları arasından bir başlık seçim alt başlıklara yönlenebiliyor ve seçtiğiniz konu ile ilgili çeşitli profesör doçente ve doktorların sınıf ve anfilerde çekilmiş ders videolarını izleyebiliyor ve ya indirerek bilgisayarınıza kaydedebiliyorsunuz.

Diyelimki, iyi ve meraklı bir okuyucusunuz ve basının araya girdiği bir bilgi alımı sizi tatmin etmiyor. Takip ettiğiniz bilimsel periyodik yayınlar ise yeterli derinlikte alan ayırmıyorlar her konuya. Bir konu üzerine akademik bir araştırma yapıyor olmanız gerekmez, gündem konularını derinlemesine anlamak veya merakınızı gidermek için dahi Accademic Earth çok faydalı. Evrim teorisyenlerinden, sosyopolitik analistlere, yapay zeka mühendislerinden, beslenme uzmanlarına, doktor ve mühendislere tüm akademisyenlerin ortaya koyduğu neredeyse tüm bilimsel gerçeklere ve teorilere bu site vasıtasıyla ulaşılabiliyor.

Gerçek analitik bilginin peşindeki tüm meraklılar için harika bir fırsat, üniversite öğrencileri hatta yerel akademisyenler için muhteşem bir kaynak..

İnsan neyle yaşar anketi

Bienalin açılışına gittiğim günden beri, tüm tanıdıklarıma Sizce insan neyle yaşar? diye soruyorum. Twitter da zeki cevaplar istediğime dair bir post yayınladım ve alabildiğim yegane cevabı not aldım.

İnançla - yaş 28 meslek: görsel sanat yönetmenliği
İnsanla - yaş 30 meslek: serbest ticaret
Birkaç hurma, bir hırka ve suyla - yaş 38 meslek: kurumsal iletişim
Bağlılıkla - yaş 28 meslek: moda
Suyla - yaş 29 meslek: küratör
Şarapla - yaş 28 meslek: serbest
Sanatla - yaş 29 meslek: küratör
Aşkla - yaş 20 öğrenci

Fikrim değişmedi, insan merakla yaşar olgunluğunu, kuracağı aileyi, seçeceği mesleği, çocuklarını, geleceğini merak ettiği için hayatta kalır... Umudu da var sa iyi yaşar.

14 Eylül 2009 Pazartesi

11. Uluslar arası İstanbul Bienali

11 Eylül Cuma akşamı Bienalin açılış kokteyline sanat camiası müdavim ve sanatkar pek sevgili dostlarımla katıldım. Can alıcı başlık 'İnsan neyle yaşar' Brecht'in 80 yıl önce yazdığı 'Üç kuruşluk opera'sının ikinci perdesinin kapanış şarkısından alınmış küratörlüğü WHW (What, how &for Whom' adlı kar amacı gütmeyen Hırvat küratörler kollektifi yapmış. Bir performans ve içki servisi ile açılan Antrepo'da yağmurdan korkan istanbullular azınlıkta, daha uçaktan yeni inmiş de gelmiş imajı veren yabancı sanatseverler ise çoğunluktaydı. Genelde içki ve sohpet hali ile 11inci bienali açan davetliler arasında çeşitli üniversitelerin profesör ve öğrencileri, ressam, mimar ve küratörler ve tabii birazda sırf piyasa yapmaya geldiği yüz metreden anlaşılan, topuklarının üstünde duramayan genç kızlarımız vardı. 

Uzunca bir kokteyl havasından ve karşılaşılan tanıdıklardan sonra kapanmasına çok az kalmıştı ki sergiyi gezdim. Video, resim, grafik ve çeşitli plastik sanatı bir araya getiren Antrepo'da sanatın en çok da politikadan etkilendiğine bir kez daha tanık oldum. Başlık seçilen bu en temel soru sanatçıları politik vizyonlara oldukça fazla yönlendirmişti. 
Girdiğim ilk odada seyrettiğim 'nefes' adlı video terorist göndermeli bir kostüme bürünmüş oldukça esmer ve çirkin bir genç adamın arkaya arkaya nefes alıp verişini bir dağa tırmanırken, inerken, maskeliyken ve koşmaktan yorulup, durup maskesini çıkardığında görüntülemekteydi. Sanat nerede idi anlayamadım....
Bir başka odada, sayılar vardı... küçük, kare, eskitilmiş kağıtlar üzerine yazılmış binlerce rakam, yaklaşık 50 sayfa kadar rakam. Hani pek klişe korku filmlerinde birinin başından birşey geçer ve bir huşu halinde arka arkaya rakamlar yazar ve rakamlar da önemli, belkide mistik, birşeylerin koordinatları, büyük felaketlerin tarihleri, ve ya ne bilim aile fertlerinin ölüm tarihleri falan çıkar ya, aynen o türden sayfalarca rakam. Sanat nerede idi yine anlayamadım...

Bir başka odacıkta, Amerikan Sanatı Müzesinden gelen eserler vardı. Sağ duvardaki resimler çeşitli eski zaman karakterlerini bir kokteyl ve ya partide gösteriyor andırıyor ve çok hoş gözüküyorlardı. Solumdaki ayaklı vitrinlere bakınca fi tarihinde yapılan bir müze açılışın siyah-beyaz fotoğraflarının kolajlandığını ve duvardaki resimlerin de tüm bu kolajın çizgisi olduğunu gördüm. Belki de müzenin bilmem kaçıncı kuruluş yılına istinaden eski bir açılışa gönderme yapmışlardı ama yaratıcılık nerede idi anlayamadım...

Devam ettiğimde sol tarafta Etcetera grubu tarafından yapılmış bir bar-tiyatro canlandırması vardı. Kırmızı örtülü birkaç masa, şarap şişeleri, fincanlar piyano, duvarda resimler. neredeyse tüm objeler konuşma balaonlarıyla canlandırılmıştı ama söylediklerinden aklımda pek de birşey kalmadı. Dubarlarda poster, gazete canlandırması, afiş ve manifesto örneklerinin hepsinin başlığı 'We are all errorist'ti. Etcetera grubunun 2004 yılında yazmış olduğu Errorist manifestoya gönderme yapıyordu. Bir akım olarak doğruydu, manifesto insanoğlunun 'hatalılığına' haklı bir gönderme yapılıyordu ve hatalılık gerçekten de tüm insanoğulları arasındaki en belirgin ortak özellikti. Nitekim grup performans gösterileriyle manifestosunu destekliyor ve yayıyormuş, izlemek görmek lazım. Burada sanat vardı, vardı ama konuşan fincanlar aktif politika yapıyordu.

Antrepo'nun sol derinliklerine doğru bir duvar dolusu poster ile karşılaştım. Lübnan iç savaşından siyasi afişlerin sergilendiği duvarı tam incelemeye başlamıştım ki, bir görevli kapanmakta olduğunu söyledi ve hevesim yarım kaldı. Hatırladığım, altıya bölünmüş ve her karesi başka bir renk ile vurgulanmış ve genelde Marlyn Monroe suratları olan bilindik bir afişte her kareye yerleştirilen farklı bir siyasi liderdi, Che turuncuydu mesela. Görsel olarak hoş gözüken genelde komunist eğilimli çalışmalardı, çok yaratıcı olmasalarda incelemeyi istemiştim.

Görevlinin uyarısından sonra çıkışa doğru devam ettiğim duvarda Bureau d'Etudes tarafından hazırlanmış 'Administration of Terrorism' adlı grafik analiz vardı. Çeşitli renklere boyanmış bir dünya haritası ve her yerden büyüyerek çıkarak bir derin devlet teşkilatının, bir terör örgütünün, istihbarat sistemlerinin ve çeşitli karanlık bağlantıların yazıldığı açıklama notları. Hepsini okumaya vakit bulamadım ama sanat değil politikaydı düşünsel-fikirsel bir çalışmaydı yapılan. 

Sanatla uğraşmasam da ve çok fanatik bir sanat takipçisi olmasam da vakit buldukça tüm sergilere giderim ve eserlerin karşısında durup hayal kurmak, sanatçının vermek istediği mesaj hakkında tahminlerde bulunmak en sevdiğim sanatsal aktivitedir. Nedense bir tabak içerisinde apaçık sunulmuş fikirler, mesajlar fazla etkilemez beni. Bienalde ise benim için sorun hayal kuramamaktı. 11. İstanbul bienali düz, açık seçik, korkusuzca, çoklukla sosyal-komunist eğilimli bir politika yapıyordu. 

Yüzyıllarca bir sanat ve yetenek olarak adlandırılan politikanın bir bilim olduğu Machiavelli tarafından kanıtlanmış, içerisindeki tek hayalinde kutsal ideolojik amaç olduğu belirlenmiş ona giden yollar ise mübah kabul edilmişti.  Gelmiş geçmiş tüm zamanlarda, tüm sanatçılar politika yapmışlar, ideolojilerini eserlerine yansıtmışlar, sanat gereği özgürlükçü, otorite ve dikta karşıtı olmuşlardı ama, politika yapmak için sanatın her türü hiç mübah olmamıştı. Siyasi bir makaleye, bir inceleme yazısına güzel bir çerçeve takıp duvara asıp seyrettirmemişti sanatçılar. Bir şey yaratmış, gözlemcinin hayal kurmasına yer bırakmış meyil vermiş, kendi mesajlarını da keşfedilmeye bırakmışlardı.

Tabii ki bu bienale tekrar gidilecek, elimde rehber tüm mekanlar tek tek gezilecek, sanatçıların yaşam, öykü ve ideolojileri okunacak ama ilk bakışta ben bu çeşit sanatı fazla beğenemedim.


Açılış sonrası oldukça çok düşündüm insanın neyle yaşadığını. Merak ve hayalle yaşadığımıza karar verdim. 50 yaşımızda nerede, nasıl ve ne yapıyor olacağımızı merak etmesek, iyi olacağımızı hayal etmesek yaşarmıydık?...  Hayal edebilen tek hayvan olan insan, bilmediklerini merak ederek, görmediklerini hayal ederek yaşar, umudu da varsa iyi yaşar.

'Immagine mente' Giovanni Sartori - Homo Videns

11 Eylül 2009 Cuma

KötüSel Bir Yaklaşım

İstanbul'a 205kg düşen yağmur ve sel felaketi sonrası gündem; sel-dere yatağı-tır parkı-baraj kapakları-yanlış imar-yağma-bu kimin suçu-500 yılda bir olacak bir vuku-üst kata çıkın-derenin intikamı etrafında dolanıp gidiyor... Her zamanki spekülatif, sansasyon ve polemik aşığı türkiye medyası özelliklerinden tevazu etmiyor ve geyik yapmaya devam ediyor. 
İlahiyatçı yönetici kadromuz yaşanan felaketi insan ve doğa üstü bir olgu, öngörülüp önüne geçilemeyecek bir afet, bir takdir-i ilahiye konusu haline getirip sorumluluğu Allah'a suçu ise millete atıyor. 'Dere yatağına ev yapmışlar diyor' sanki Türkiye Cumhuriyetinde herkes her istediği yere istediği zaman ve ölçülerde bir ev kondurabiliyormuş gibi. 'Dere yatağını ıslah etmek istedik halk izin vermedi' diyor, sanki kendileri her yaptıklarında halkın izin ve tasdiğini alırlarmış gibi. 'Kooperatif ve mütahitler imar yasağına tepki veriyorlar' diyor, imar müdür ve yetkililerim mütahitlerin cebinden yemiyormuş gibi... 
Bu ülkede, masa altına dökecek para olduğu takdirde, heryerin imarı çıkartılır, kamulaştırılmış alan alınır yapılır satılır, dere yatağına, doldurulmuş deniz kenarına, deprem bölgesine, bataklığa, tarihi eser üzerine binalar yapılır. Herşey her zaman rantsal bir çözüme ulaşır. Şimdi belediye başkanı 'acımasız olacağız diyor' Sanki sel sadece garibanın gece kondularını basıp götürmüş gibi. Silivri'nin binlerce dolarlık deniz kenarı villaları, ikitellinin fabrikaları garibanın gece kondusuymuş gibi. E-6 karayolunu biri bir gecede kendi kendine kondurmuş gibi.  
Durum böyle değil. E-6 yı yapan yerel yönetimlerle anlaşmış firmalardı, drenaj doğru olmayıp su bastı ise, insan yaptığının arkasında durur. Silivrideki yazlıkları yapanlar imar müdürlerinin masalarına mutlaka uğramışlardı, yalnızca bireysel ranta odaklı insanda zaten vicdan yoktur. Tır parkına geçici de olsa ruhsat veren yerel bir devlet otoritesiydi, 'bize birşey olmaz'cılığın sonu işte budur. İnsan paçayı kurtarmak için arkasına Allahı karşısına milleti alamaz.
Medyanın  durumu ise saf provokasyon, sokakta bir kavga çıksa herkes cama çıkar bakar ya, basın da kitlenin bu olduğundan emin, 'ooo yaşadık, olay var!' uslubunda bir habercilik hizmeti. Ntv'yi ayrı tutacak olursak, magazin tadında, ölümlerin fonuna konan dramatik operalarla süslenmiş bir felaket haberciliği. Vatandaş yağma yapıyor diye 70 yılların dramatik türk filmi sesiyle 'nerede insanlık!!, vatandaşımız sel felaketinden bile fırsat çıkarıyor yağma yapıyor sayın seyirciler' diye çığıran haber spikerleri. Sanki vatandaş orada o anda kapıları kırıyor, evlere giriyor, fabrikaları soyuyor... Sanki sokağa dökülen tencere tava denize ulaşmasa toplamak için görevlendirilenler yağmalamayacak da, masum fabrikatöre teslim edecek...
   
'İnsan ağaca benzer, ne kadar yükseğe ve ışığa çıkmak isterse o kadar kök salar yere, aşağılara, karanlıklara, derinliğe, kötülüğe.' F. Nietzche

9 Eylül 2009 Çarşamba

yine Paul Auster



Floransa'da ki öğrencilik yıllarımda İstanbul'a döndüğüm yılbaşı ve yaz tatillerinde, özgürlüğümün tadını çıkarmak için bol bol gezer, vaktimin çoğunu arkadaşlarımla geçirirdim. En çok hoşuma giden uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla buluşmak, hikayelerini dinlemek, hikayelerimi anlatmak ve eski günleri konuşup gülmekti. Liseden sınıf arkadaşım ve iyi bir okur olan K ile ise sohpetlerimizde mutlaka okuduğumuz kitaplar geçer mutlaka birbirimize okuma tavsiyelerinde bulunurduk. Bir yaz tatilinin sonlarına doğru K ile buluştuğumda laf her zamanki gibi dönüp dolaşıp, gündemi tarayıp, ülkenin nabzını yoklayıp dünyayı kurtarıp edebiyata, kitaplara ve roman karakterlerine geldi. K son zamanlarda sıklıkla okuduğu ve çok beğendiği Paul Auster romanlarını, sevdiği şeyleri anlatırken hep olduğu gibi, gözlerini parlatan, sevindiren ve etrafa yayılan bir coşku ile anlatıyordu. Ben ise yakın zamanda bir kitapçıda ilgimi çeken Yanılsamalar Kitabını bir süre inceleyerek rafa bırakmış, okumamıştım.  Çağımızda çok az insanın yaptığı gibi oturup saatlerce kitaplardan hatta tek bir kitaptan heyecanla konuşabilen, tartışabilen, roman karakterlerini anlatabilen, hayal gücüne olan hayranlığımızı sık sık dile getiren iki arkadaş olan K ile ben o gün uzunca bir süre Auster den bahsettik.

K'dan ayrılırken, edebi zevkini beğendiğim arkadaşımın böylesine heyecanla anlattığı bir yazarın birkaç kitabını hemen almaya karar verdim ama tatilde olmanın verdiği heyecanla araya birşeyler girdi, Firenze'ye dönüş zamanı geldi kitap alımı havaalanına bırakıldı, uçağa geç kalındı ve kitap alınamadan Firenze'ye yola çıkıldı. Aklımdan bir süre çıkan Auster, bir akşam geç vakit geçtiğim Repubblica meydanında bulunan ve haftada en az birkaç saatimi geçirdiğim Edison kitabevinin vitrininden bana göz kırptı ve bana kendini hatırlattı. Kısmet bu ya, günler yine derslerin ağırlığı, yalnız yaşamın koşuşturmacası ve biraz da eğlence ile geçip gitti. Birkaç hafta sonra İstanbul'dan beni ziyarete gelen bir arkadaşım güzel bir akşamın sonunda eve döndüğümüzde valizinden Cam Kent'i çıkardığında muzipçe gülümsedim, adını duyalı ve bir kitabını alamayalı aylar olmuştu ama, benim utukanlığıma karşılık o bana gelmişti, evime odama girmişti ve nihayet okunacaktı...

Giderken kitabı bana bırakan arkadaşımın valizinde üşenmeyip taa İtalya'ya gelen Cam Kent'i bir günde bitirdim ama Auster'in büyüsüne bir kere kapıldıktan sonra duramazdım, NewYork Üçlemesinin diğer iki kitabını hemen okumalıydım. Hemen ertesi gün bu sefer açık olduğu bir saatte Edison'a gidip üçlemenin tamamını aldım. Bir hafta sonra bitirdiğimde tek kelimeyle hayrandım. Yaratıcılığa, kurguya, karakterlere hayran kalmış, kıskanmış, hatta ve hatta imrendim, öylesi özgün bir kurgu kurasım, öylesi güzel bir kitap yazasım geldi.

İlerleyen yıllarda neredeyse tüm Auster kitaplarını okudum. Son kitabı Karanlıktaki Adam çıkmadan sipariş ettim, tükçe yayınının ilk okuyanlarından biri oldum ve ilk defa bu kadar öne çıkardığı politik kimliğiyle Auster'ı bir kez daha çok sevdim.

Geçtiğimiz haftalarda Auster bana kendini bir seyahat sırasında hatırlattı ve yine karşıma çıktı. Bu sefer güneye babamın evine kalmaya gitmiştim ve babamın kitaplığında Auster'in özyaşam öyküsü olan ve çok daha önce okumuş olmam gereken 'Cebi Delik' ile karşılaştım. Rafta onu gördüğüm anda yanımda getirdiğim kitap ve dergiler hemen bir kenara kaldırıldı ve 3 günlük tatilim Auster'in yaşam öyküsüne karıştı. Okudukça hayal ettim, hayal ettikçe hayran kaldım. Bir yaşam öyküsünün ötesinde bir yazar öyküsüydü okuduğum, ödün vermeden, usanmadan, sisteme kanmadan, törpülenmeden yazmış, yazar olmak istemiş, bunun için savaş vermiş ve en sonunda ve uzun zaman sonra bu şaheserleri yazmış adamın kendisiyle tanıştım... sonsuz saygı duydum. 

'Writing is no longer an act of free will for me, it's a matter of survival' Paul Auster